Wikipedia

Arama sonuçları

21 Şubat 2013 Perşembe

2. Abdülhamid i devirenlerin hatası

2. Abdülhamid i devirenlerin hatası
2. Abdülhamid hiç şüphesiz tarihimizin en çok tartışılan ve güncelliğinin koruyan şahsiyeti. 33 yıl yönettiği Devlet-i Aliyye'de çöküş döneminde bir yükseliş yaşattığı herkesin ortak
görüşüdür. Siyasi bir deha olan Abdülhamid bu özelliğini Musul ve Bağdat petrollerinde yürüttüğü politika ile de ispatlamıştır.

HERKESİN İSTEDİĞİ BAĞDAT - MUSUL PETROLLERİ

Derin Tarih Dergisi'nden Arzu Terzi, 2. Abdülhamid'in Bağdat ve Musul petrollerini nasıl koruduğuna ve ne gibi stratejik hamleler yaptığını anlattı. Bağdat ve Musul vilayetlerinde rekabet ve çekişmeler Abdülhamid döneminde gittikçe kuvetlenir. Çünkü bölge, makineleşmenin en önemli kaynağı petrole sahiptir. Özellikle yüzyılın ikinci yarısından itibaren petrolün sadece aydınlanmada değil, sanayideki öneminin de anlaşılmaya başlanması, dönemin güçlü devletlerini bölge üzerinde önce tam bir mücadeleye sonra da savaşa götürecektir.

PETROLLER PADİŞAHIN MÜLKÜ OLUYOR

Abdülhamid zamanında önceki ve sonraki padişahlarda rastalanmayan bir kişisel mülk edinme uygulaması gerçekleştirilmiştir.

Padişahın kişisel mülk edinme sebebi, devletin petrol yatakları ve diğer zenginliklerinin paylaşılmak üzere masaya yatırıldığı bir dönemde, devlet mülkünün elden çıkma ihtimaline karşılık, onları şahsi mülk zırh içinde koruma altına alma gayretidir.

ABDÜLHAMİD'DEN STRATEJİK HAMLE

İşte bu politikadan yola çıkarak memleket genelinde nerede stratejik öneme sahip gelirt getiren arazi ve işletme varsa padişah mülükü haline getirilmiştir. Bu sayede arazi ve maden yatakları üzerinde işletme kurmak isteyen yabancı talipler doğrudan padişaha başvurmak zorunda kalacaklardı.

OSMANLI YILLARDIR PETROLÜ İŞLETİYOR

Bağdat ve Musul vilayetlerinin sınırları dahilinde yer alan, Osmanlı'nın neft dediği, aydınlanmada ve hayvanlarının iyileştirilmesinde kullanılan petrol, yüzyıllardır Osmanlı Devleti tarafından toprak ve tımar sahiplerine verilerek işletilmiştir. 1847'de Musul vilayetinde Tanzimat uygulanmasına başlanmasından sonra ise petrol yatakları devlete devredilmeye başlanır. Bununla birlikte Musul ve Bağdat'taki petrol yatakları bu dönemde de müzayede yolu ile Osmanlı tebaasına ihale edilir. Dolayısıyla bu kaynakların çoğu ilkel yollarla da olsa işletilmiştir.

BATILI DEVLETLERİ PETROLÜN PEŞİNDE

Abdülhamid'in Musul petrollerini şahsi mülkü yapmasının asıl hedefi başta İngiltere, Fransa ve özellikle 1888 demiryolu imtiyazıyla asıl hedefleri Musul petrolleri olan Almanların umutlarını kırarak, petrol yataklarının padişah emlakına geçirilişi manevrasıdır.

ABDÜLHAMİD YABANCI DEVLETLERİ PANİĞE SOKTU

Bölge petrollerinin şahsi mülk haline getirilmesi Mezopotamya bölgesinde 19. yüzyıl boyunca araştırma yapan ve petrol yataklarının elde edilmesi için planlar kuran yabancı devletleri paniğe soktu. Bu dönemde sahneye konan güçlü stratejilere ve imtiyaz alma mücadelelerine karşı Abdülhamid'in politikasıysa petrol yataklarının tek bir şirket halinde işletimi önerisinde bulunmaktı. Böylece talip devletlere pastadan daha büyük bir pay sunuyor, bu işletme teklifi koz olarak kullanılıp siyasi arenada denge politikası yürütülüyordu.

FRANSIZLAR RESMEN İSTEDİLER

Nitekim bölge petrollerinin tek bir şirket halinde işletimi hususunda Abdülhamid'de çok sayıda başvuru yapıldı. En önemlilerinde biri, Fransız maden mühendisi Jakraz'ın yaptığı incelemelerden sonra Fransızların yaptığı tekliftir.

AKBABALAR İŞ BAŞINDA

Aynı şekilde Hazine-i Hassa Nezareti'nce görevlendiren Alman mühendis Grasfkopf'un incelemeleri neticesinde Alman demiryolu şirketinin taleplerinin başlaması da oldukça dikkat çekicidir. Bu tabloya çok geçmeden Hollanda ve Belçika da katılır. İran petrollerinin imtiyaz ve işletmesini ele geçrimiş olan İngiltere ve hemen akabinde Amerika kısa sürede sahnedeki yerlerini alacaktır.

ABDÜLHAMİD'İN GİTMESİ İLE ELDEN ÇIKIYOR

Abdülhamid'in tahttan indirilmnesiyle Bağdat - Musul petrolleri, imtiyazları kişisel mülk olmaktan çıkarılarak devletleştirilmiş ve beklenen son gelmiştir. Nitekim yukarıda adı geçen devletlerin mücadelesi önce Babıâli'de, sonra da savaşta devam ederek petrol yatakları Osmanlıların elinden tamamen çıkacaktır.

ORTADOĞU'DA ADALET ORTADAN KALKTI

Görüldüğü üzere sömürgeci devletlerin başta petrol olmak üzere verimli araziler ve doğal kaynaklara sahip olmak, stratejik olarak önemli köşe başlarını tutmak ve bazı merkezleri etkisiz hale getirmek için ilgilendikleri en önemli bölgelerden Bağdat ve Musul'daki asıl mücadele Abdülhamid döneminde başlamıştır. Mücadelenin kaynağı ve tarihi boyutu tam olarak bilindiğinde Batılıların bugün Ortadoğu diye adlandırdığı bu bölgede niçin huzur ve adaletin hala sağlanamadığı ve hangi çıkarlar uğruna nelerin feda edildiği daha iyi anlaşılacaktır.

Sahtekârlığın Böylesi

Sahtekârlığın Böylesi

Ümit Burnu'nun keşfi denince, akla Vasco Da Gama gelir. Halbuki Ümit Burnu'nu dolaşıp Hindistan'a giden yolu Müslümanlar çok daha önceden biliyorlardı. Vasco Da Gama'ya Hindistan yolunda rehberlik yapan "Kitabu'l- Fewaid" eseriyle tanınmış, Arap coğrafya bilgini İbni Macid idi. Nasıl Çinlilerin, Türklerin kullandığı matbaa, onlardan öğrenen Alman Gutenberg'e mal edilmişse, Ümit Burnu'nun keşfi de bir diğer Avrupalı Vasco Da Gama'ya mal edilmiştir.

Vasco Da Gama'ya mal edilen bu keşifte şeytanın aklının alamayacağı şöyle bir sahtekârlık bulunmaktadır. İbni Macid'in rehberliğinde Ümit Burnu'nu dolaşıp Atlantik'ten Hint Okyanusu'na geçen Vasco Da Gama, Mozambik kıyılarına geldi. Burada Arap asıllı İbrahim, Şirazi Sultanı olarak yerli kavimleri hakimiyetleri altına almıştı. Sultan İbrahim, Mozambik'e gelen denizcileri herhangi bir millete benzetemedi; fakat Osmanlı denizcileri olabileceklerini tahmin etti; zaten Portekiz adında bir devlet duymamıştı. Fuad Carım'ın "Türklerin Denizciliği" kitabından öğrendiğimize göre (Sayfa 76 ve devamı) olay şöyle cereyan etmiş, Fuad Carım da bunu Portekizli tarihçi Fernoo Lopes de Costanheda'nın kitabından tercüme etmiş.

Dünyada gıpta ile bakılan İslam devletinin denizcilerini ülkesinde misafir etmekten Sultan İbrahim büyük mutluluk duydu. Yakınlığını belli etmek için Nicolau Coelho'nun kaptanı olduğu gemiyi gezerken Osmanlı Devleti'nin tebaasını limanında görmekten çok memnun olduğunu söyledi. Yanlışlığı fark eden Coelho, Osmanlı olmadıklarını belirtmedi. Sultan bunlara pek çok hediye sunduktan sonra başkaptan olan Vasco Da Gama'yı sarayında kabul etti. Konuşma esnasında Sultan, Vasco Da Gama'ya direkt Türkiye'den mi, yoksa değişik ülkeleri dolaşarak mı geldiğini sordu. Vasco Da Gama net bir cevap vermeden soruyu geçiştirdi. Sultan İbrahim nezaketsizlik olmaması için üzerine gitmedi. Sohbet esnasında Vasco Da Gama, Hindistan'a gitmek zorunda olduğunu, bu denizi iyi bilen iki rehbere ihtiyacı bulunduğunu söyledi. Osmanlı'ya hizmetten şeref duyan Sultan İbrahim, rehberlik yapmaları için iki Arap denizciyi görevlendirdi.

Rehberlerden biri gemiye girince, bunların Müslüman olmadığını anladı; hemen Sultan İbrahim'e bildirdi. Sinirlenen Sultan onları tevkif ettirmek istediyse de Vasco Da Gama, diğer Arap rehberi cebren yanında tutarak 7 Mart 1498 günü demir aldı. Mütevazı Şirazi sultanlığında yaşayan coğrafya ve matematik bilgini İbni Macid'in adını kimse bilmez; fakat Ümit Burnu denince akla kaşifi olarak Vasco Da Gama gelir; tabii sahtekârlığını gizlemeyi de ihmal ederler.

İlmi konularda Batılıların pek çok sabıkası vardır. Rahmetli Ali İhsan Yurd ağabeyimiz gerçek bir Akşemseddin uzmanıydı. Yaptığı çalışmada Akşemseddin Hazretleri'nin sadece mutasavvıf değil, devrinin en iyi hekimi olduğunu, tıp tarihinde ilk defa mikrop konusunu ileri sürdüğünü, hastalıkların da pek çoğunun bu yolla bulaştığını okuyoruz. Ondan yüz yıl sonra İtalyan hekim Fracastar aynı şeyi tekrarladı. Daha sonra da Lee Uween Hoeh'in mikrobu bulduğu, botanikçi Von Linne'nin de tıp kitaplarında yer alıyor. Bu üç Avrupalının tıp literatüründe adlarının geçmesi, Akşemseddin'in geçmemesi bize bir sorumluluk yüklemiyor mu?

Kuduz mikrobunu ve aşısını bulan Pasteur, lise öğrencilerine okutulurken çiçek aşısını bulmakla insanlığı büyük bir afetten kurtaran Akşemseddin'den okullarda söz edilmemesini nasıl izah edebiliriz? Sadece basit bir ihmal mi? Yoksa İbni Macid'i silip Vasco Da Gama'yı öne çıkaran Batı'nınkinden başka kültür ve medeniyet olmadığını zihinlere çakmak projesinin bir uzantısı mı?
19/02/2007

2 Şubat 2013 Cumartesi

SARIKAMIS'I BILIR MISINIZ?

SARIKAMIS'I BILIR MISINIZ?
           
Tarihimiz ihtisamli zaferler kadar facialarla da dolu. Zaferlerimizle övündügümüz kadar, yasadigimiz hezimetlerden de dersler çikarmak zorundayiz. Bunu yapmadigimiz sürece tarih bizim için ne ölçüde anlamli olabilir?
Facialardan söz ederken, Sarikamis’i özellikle dikkate almamiz gerekir. Orada, hiç de uzak olmayan bir zamanda 100.000’e yakin yigidimizi karlara gömdük. Üstelik tek kursun atamadan... Üstelik sadece bir hayalperestin kisisel ihtirasi ugruna...
Ihtiras... Bu kavrami iyi düsünmeliyiz. Kimi kendi ebediyyetini bu atesle yakip kül ederken, kimileri de koca memleketi harabeye döndürebiliyor.
Almanlar, Türkiye’ye giden trenlerin üzerine “Enverland’a (Enver’in Ülkesi’ne) gider” yazmaktadirlar. Kibir ve ihtiras demistik ya! Pasa’nin su ifadelerine bakin: “Beni Napolyon’a benzetmislerdi. Kabul etmem. Çünkü ben ikinci adam olamam.”
Tarih, 16 Aralik 1914. Soguk bir kis günü. Talebesi ögretmenini azarlamaktadir: “Hatali davrandiniz! Basarili olamadiniz! Rus ordusu burada yok edilmeliydi. Simdi hemen harekete geçip, Rus ordusunu Sarikamis’ta yok edeceksiniz!”
Cephelerin ve harp okulunun emektar komutani Hasan Izzet Pasa, küstahlasan ögrencisine pervasizca cevap verir: “Olmaz! Havalari görüyorsunuz. Her yerde kar var. Karakis baslamistir. Bu sartlar altinda, bu mevsimde harekât bir faciaya dönüsebilir. Kis siddetini kaybetsin, yollar açilsin, düsmana haddini bildiririz.”
Her verdigi emrin hemen yerine getirilmesine aliskin padisah damadi ve ordularin baskomutan vekili 34 yasindaki Enver Pasa, asabileserek su tehdidi savurur: “Eger hocam olmasaydiniz, sizi idam ettirirdim!”
Bir facianin esiginde, Hasan Izzet Pasa istifa ederek ordudaki görevinden ayrilir.
Çöl atesinden Köprüköy ayazina
Çok geçmeden, tarihler 21 araligi gösterirken, tarihe “Sarikamis Faciasi” olarak geçen harekât baslatilir. 125 bine yakin iman abidesi insan, kis kiyamette paltosuz, postalsiz, gömlekle, çarikla cehennemî tipinin ortasina sürülürler. O günlere sahit olan bir askerin mektubu, facianin küçük bir boyutunu günümüze söyle tasir:
“Bu yaz, iki alayimizla Yemen’den buraya naklonulduk. Yola koyulmamizdan dört ay sonra buraya ulastik ki, Arabistan’in cehennemî sicagi Köprüköy’deki ayaz yaninda nimet-i ilâhi imis. Burada çadirin perdesi buza kesmis oglak kulagi gibi kirilmakta ve kopmakta. Bölük kumandanim, beni sihhiyeye nakletmis ise de, tabip ve ilaç yoklugundan çaresiz kalip tekraren takimima döndüm. Aksam yaklasinca Köprüköy’e civar daglardan tipi bosanir. Kumandanimiz, gelecek cuma Baskumandan Enver Pasa Hazretleri’nin teftis ve hücum için gelecegini müjdeledi. O gelinceye kadar da yün içlik, çorap ve paltolarin verilecegini ve Yemen yazliklarini atacagimizi müjdeledi. Allah, devlete ve millete zeval vermesin. Baskumamandan Pasa Hazretleri’nin gelmesi ile, Moskof’un kahrolacagindan ve kâfirin, karsimizdaki tepelerde geceleri seyrettigimiz ocakli ve mutfakli karargâhlarini ele geçirecegimizden subaylarimiz çok emin. Safak söktügünde 2059 rakimli Kizkulagi Tepesi’nden Moskof obüs yagdirir ama sükrolsun, zafer bizim olacak. Gece bastirdiginda, tepelerdeki Moskof ocaklarinin atesi gözlerimizdeki ayazi tandir közüne tebdil eyler. Baskumandan Pasa Hazretleri acele gelse ki, atese kavussak...”
Igdirli Ali Çavus yazlik giysiler içerisinde titreye titreye bu mektubu yazip Istanbul’dan gelecek olan kislik giysileri beklerken, Karadeniz’de baska bir facia yasaniyordu. Ruslar Osmanli ordusuna erzak, mühimmat ve giyecek getirmekte olan gemileri sulara gömmüslerdi. Bu durumu askere bildirmeyen Enver Pasa, ihtiraslarina maglup olarak bütün birliklere su mesaji çeker:
“Askerler! Hepinizi ziyaret ettim. Ayaginizda çarik, sirtinizda paltonuz olmadigini gördüm. Lâkin karsinizdaki düsman sizden korkuyor. Yakin zamanda Kafkasya’ya girecegiz. Orada her türlü nimete kavusacaksiniz. Islâm Alemi’nin bütün ümidi sizsiniz.”
Böylece “Turan Fatihi”, “Sarikamis Fatihi” olma ugruna, binlerce insan dehsetli bir can pazarina sürülür.
‘Üç beyinsizin ugruna üç milyon halk’
Koca bir cihan devleti olan Osmanli, sahsi ihtiraslar ugruna böylesine yanlis kararlarla askeri harekâta girme asamasina nasil gelmisti?
Sultan Abdülhamid Han’in bir entrika sonucunda darbe ile tahtindan uzaklastiran Ittihatçilar, 1914 yazinda Avrupa’da esmeye baslayan savas rüzgarlarinda Almanlarin yaninda yer alirlar. Sultan Abdülhamit Han’in Avrupa’da yillarca emek vererek sagladigi dengeler bir anda alt üst olur ve Ingiltere ve Fransa’nin sömürgecilik yarisindan pay kapmak isteyen Almanya’nin aleti oluruz. Almanlar, Fransiz ve Ingilizlerin yaninda yer alan Ruslara karsi Osmanli askerini kullanarak bati cephesinde rahatlamanin plânlarini yapmaktadirlar. Bunun için Kayser’in “Alman ordusuna eklenen bir süngü” olarak tasvir ettigi Osmanli neferleri kullanilir. Sömürgecilik yarisinda hiçbir çikari olmayan Osmanli, felaketlerle sonuçlanacak olan bir macereya sürüklenmektedir.
Darbe ile iktidara gelmis, ayak oyunlariyla rütbe almis ittihatçi subaylar, milletin gelecegini, refahini, kalkinmasini degil, gazete sayfalarina kahraman olarak geçmeyi düsünüyorlardi. Hiç yoktan girilen Birinci Cihan Harbinde, 1 Kasim 1914’te Kafkas Cephesi açilir ve Ruslar Dogu Anadolu’ya girerler.
Ziya Gökalp’in “melekler bu milletin kurtulacagini ona fisildarlar” diye yücelttigi “hürriyet kahramani” Enver Pasa’nin halkin dini duygularini galeyana getiren beyannamesi ile Seyhülislam’in mukaddes cihad fetvasi yayinlanir. Ziya Gökalp’in “turancilik” fikriyle yazdigi siirler üniversite gençliginin slogani olmustur:
“Düsman ülkesi viran olacak Türkiye büyüyüp Turan olacak!”
Ama Türkiye büyümek bir yana gün geçtikçe erimekte, küçülmekte ve parça parça koparilmaktadir.
Devlet-i Ebed Müddet’ten Enverland’a
“Turan Fatihi” olmanin hayallerini kuran Baskumandan vekili Enver Pasa (baskumandan pasidahtir), padisah damadi olarak birçok yetkiyi elinde tutmaktadir. Padisahin bir çok seyden haberi bile olmamaktadir. Enver Pasa, verdigi harekât emrinde hedef olarak Tahran ve Aksabat’i gösterir. Tahran harekat merkezine 1350 km. Askabat ise 2000 km. uzakliktadir.
Almanlar, Türkiye’ye giden trenlerin üzerine “Enverland’a (Enver’in Ülkesi’ne) gider” yazmaktadirlar. Kibir ve ihtiras demistik ya! Pasa’nin su ifadelerine bakin: “Beni Napolyon’a benzetmislerrdi. Kabul etmem. Çünkü ben ikinci adam olamam.”
Etrafinda bulunan subaylar da ihtiras ve hayalcilikte ondan geri kalmiyorlardi. Çetecilikleriyle meshur Dr. Bahaeddin Sakir ve arkadaslari Erzurum’a gelirlerken, yol kavsaklarina “Turan’a buradan gidilir!” diye isaret levhalari koyuyorlardi. Alman Von der Goltz Pasa bunlar için söyle demisti. “Kafkasya’da maalesef Napolyon Bonapart oldugunu iddia eden ve cahil yetisen birçok adam vardir. Bunlar, ordularina güçleriyle bagdasmayan görevler vermislerdir ve bu yüzden ordularini büyük zarara ugratmislardir.”
Zararin asil sorumlularindan biri, ihtirasta Enver’den geri kalmayan Hafiz Hakki’ydi. Bu adam hiçbir arazi arastirmasi yapmadan Enver Pasa’nin ihtiraslarini kamçilayacak su telgrafi çekmisti: “Daglar üzerindeki yollari kesfettim. Bu mevsimde bu yollardan hareketin mümkün olduguna inandim. Buradaki kolordu ve ordu komutanlari yeterli ölçüde inançli ve kararli olmadiklarindan böyle bir saldiriya samimiyetle taraftar olmuyorlar. Bu saldiri vazifesi rütbem düzeltilerek bana verilirse ben bu isi yaparim.”
Enver Pasa, Hocasi Hasan Izzet Pasa’yi azlederek görevi sekiz gün önce yarbayliktan albayliga terfi eden Hafiz Hakki Pasa’ya verdi. Hafiz Hakki Pasa artik tümen komutani olmustu ama gözü ordu komutanligindaydi.
Niçin olmasindi? Orduyu politikalarina alet eden bu darbecilerin basi Enver, 18 gün içinde yarbayliktan pasaliga yükselmemis miydi? Bunun yani sira harbiye naziri (savunma bakani) olmamis miydi? Ondan neyi eksikti?
Politika ile rütbe alan bu komutanlar arazi ve yol incelemesini yanlis yapmis ve sonuçta “tekerlekli araçlarin geçmesine uygundur” raporu verilen yollardan askerler yaya zor geçmislerdi. Tekerlekli araçlar ve kisitli mühimmat karlara saplanip kalmis, tek tek birerli siralarla yürüyen askerler, güçleri tükenmis, hasta ve mecalsiz olarak Ruslarin karsisina dikilmisler çogu kursun bile atamadan donarak ölüp gitmislerdi.
Kardan heykeller
22 aralikta Enver Pasa’nin emriyle 120-125 bin civarinda Osmanli askeri dondurucu soguga ragmen yollara sürülmüstü. Bölge çogu senenin dört ayi boyunca karlarla örtülüydü. Kar yükseklikleri kimi yerlerde bir metreyi geçiyordu. Zemheriler diye bilinen en soguk günlerdi. Sifirin altinda kirk dereceye düsen soguk, düsmandan daha düsmandir. Yapilan harekât plânina göre 9. Kolordu Sarikamis Daglari’ni, 10. Kolordu ise Allahuekber Daglari’ni asarak Ruslari Sarikamis’ta kusatip imha edecekti.
Gündüz baslayan yürüyüste çariklari yumusayan askerlerin çariklari gece donmaya, bir mengene gibi ayaklarini sikmaya baslar. Adim atmak neredeyse imkansizdir. Askerler oldugu yerde ziplar, atlar, kendini karlarin içine vurur ve ayaktan baslayan donma yavas yavas tüm vücuda yayilir. Düseni kaldirmamak için emir vardir. Zaten kimsede de kimseyi kaldiracak güç kalmamistir. Neferler ordunun isaret taslari gibi yollara dizilirler. Kimi çömelmis, kimi oturmus, kimi yuvarlanmis, kimi bir agacin gövdesine dayanmis kardan heykellere dönüsürler.
90.000 sehit. Tek kursun atmadan...
O yil kurtlar insan etine doyar. Birçok cesedin gözlerini kuslar oymustur. Arkadan gelenler, gördükleri korkunç manzara karsisinda moralmen yikilmaktadir. Ayrica açlik da son haddine ulasmistir.
Onbes saatlik yürüyüsün sonunda, 16.300 kisilik 30. tümenden geriye 1.400 asker kalir. Ölenler, düsmana karsi tek bir mermi atamamislardir. Diger birliklerin de bunlardan farki yoktur. Kayiplarin sayisi, en iyimser rakamla 70 bin kisidir. Bazi kaynaklarda bu sayi 90 bin kisiye kadar ulasir. Sonuçta, sadece bir gecede binlerce asker beyaz karlarin üzerine cansiz serpilmisti. Kalanlar ise açlikla, bitlerle, tifüsle, sogukalginligi ve kangrenle ugrasiyorlardi.
Tarih ne böyle bir faciayi yazmis, ne de görmüstü. Oysa Istanbul’a çekilen telgraflarda inanilmaz ifadeler vardir: “Kafkasya daglari ve tepeleri beyaz bir örtüyle örtülüdür. Kar hemen hemen bir metreyi geçmistir. Harekâttaki sessizlik bundandir. Kahraman askerlerimizde ilerleme istegi o kadar çoktur ki, ellerinden gelse soluklariyla karlari eritip yol açacaklardir. Kari daha az olan kesimlerde kahramanlarimiz basarilar elde ediyorlar. Dün süngü saldirisiyla düsmandan iki mevzi ele geçirilmistir.”
Enver Pasa inadindan dönmedi. Son bir gayretle Sarikamis’a yüklenmek istiyordu. Acimasiz emrini verdi: “Saldiri sirasinda her üst, bir adim geri atani derhal tabancasi ile öldürecektir.” Askerler, bu durum karsisinda dillerinde kelime-i sehadet ile bir kere daha bile bile ölüme yürümeye basladi. Sonuçta Sarikamis’a ancak bir avuç kahraman ulasabildi. O da geçici bir süre için.
‘Onlari teslim alamadim. Çünkü...’
Rus Kurmay Baskani Pietroroviç, anilarinda Sarikamis’a kavusan o bir avuç kahramani söyle anlatacaktir:
“Ilk sirada diz çökmüs bes kahraman. Omuz çukurlarina yasladiklari mavzerleri ile nisan almislar. Tetige asilmak üzereler. Ama asilamamislar. Kaput yakalari, Allah’in rahmetini o civan delikanlilarin yüreklerine akitabilmek istercesine semaya dikilmis, kaskati... Hele biyiklari, hele hele biyiklari ve sakallari! Her biri birer fütuhat oku gibi çelik misal. Ya gözler?.. Dinmis olmasina ragmen su kahredici tipinin bile örtüp kapatamadigi gözleri!.. Apaçik!.. Tabiata da, baskumandana da, karsisindaki düsmana da isyan eden ama Allah’ina teslimiyetle bakan gözler... Açik, vallahi apaçik!..
Ikinci sirada öyle bir manzara ki, hiçbir heykeltras benzerini yapmayi basaramamistir. O ürkütücü ayaza ragmen, saglarinda fisekleri debelenerek üzerlerinden atmaya tenezzül etmemis iki katirin yaninda baslari semaya dönük, alti masal güzeli Mehmed... Sandiklari bir avuçlamislar ki, hayati biz ancak böyle bir hirsla avuçlayivermisizdir. Öylesine kaskati kesilmisler.
Ve sag basta binbasi Mustafa Nihat. Ayakta... Yarabbi, bu bir ayakta durustur ki, karsisinda düsmani da, kâfiri de, lanetlisi de Allah’in huzurunda diz çöküs halinde gibi. Endami, düsmani dize getiren bir tekbir velvelesi gibi. Belinde, fiseklerinin yuvalarini tipi ile kapatmaya bütün gece düsen kar bile razi olmamis. Sol eli boynundaki dürbünü kavramis. Havada donmus, Kale sancagi gibi... Diger eli belli ki, semaya uzanip rahmet dilerken öylesine taslasmis. Hayrettir, basi açik. Gür erkek kömür karasi saçlari beyaza bulanmis...”
Ve Moskova’daki askeri müzede sergilenen bu satirlarin sonu söyle biter: “Allahuekber Daglari’ndaki Türk müfrezesini esir alamadim. Bizden çok evvel Allah’larina teslim olmuslardi. 24.12.1914 Persembe.”
Ve bitisimizin itirafini olayin bas sorumlularindan Hafiz Hakki Pasa, baskumandan vekiline su sözlerle özetler: “Bitti pasam, ordumuzun kism-i küllisi mahvoldu.”
Enver Pasa hiçbir sey olmamis gibi Istanbul’a döner. Arkasinda binlerce kefensiz kar çiçegi birakarak... Basini ele geçirmis bu darbeci güruh siki bir sansür uygulayarak halkin Sarikamis cephesinde olup biteni ögrenmesine engel olurlar. Faciayla ilgili bilgiler Ruslar vasitasiyla Avrupa ve Dünya’ya yayilir ama hersey için artik çok geçtir. Bir sohbet sirasinda Harbiye Nezareti Ordu Daire Baskani Behiç Bey’e bu facia için Enver Pasa söyle der: “Bunlar nasil olsa birgün ölecek degiller miydi!”
Birinci Cihan Harbi’nin alevleri, Sarikamis’tan Çanakkale’ye, Galiçya’dan Trablusgarp’a kadar binlerce kilometre karede müslüman kaninin ihtiraslar ugruna akmasina sebep olur. Ve Akif gözyaslari içinde söyle inler:
“Gitme ey yolcu beraber oturup aglasalim,
Elemim bir yüregin payi degil, paylasalim.
Karsimda vatan namina bir kabristan yatiyor!”
Ihtiras demistik ya! Bazilarinin ihtirasi sadece kendilerini degil, milyonlarca vatan evladini ve tarihin gördügü en ihtisamli cihan devletlerinin birini yakabiliyor.
Kaynak: Semerkand dergisi, 12/2000

Yurdumuzda ilk Mason Locasini kim açti ?

Yurdumuzda ilk Mason Locasini kim açti?..

305 yil evvel 6 Subat 1695 Pazar günü cülûs eden/tahta çikan Ikinci Mustafa Osmanli pâdisahlarinin yirmi ikincisidir. Dördüncü Mehmet (Avci Mehmet)'in büyük oglu olan ve 5 Haziran 1664 Sali günü Râbia Gülnûs Sultan'dan dogan Ikinci Mustafa, 22 Agustos 1703 Çarsamba gününe kadar sekiz sene, alti ay, ondört gün saltanat sürmüstür.
Orduy-i Hümâyûna savas meydanlarinda baskumandanlik eden son pâdisah Ikinci Mustafa'dir. Kahramanligi yanisira hattat ve musikisinas olan, "Ikbalî" mahlâsiyla siir yazan Ikinci Mustafa, meshur âlim Vânî Mehmet Efendi'nin talebisidir.
1703 yilinin 18 Temmuz günü Sadrâzam Râmi Mehmet Pasa'nin tesvikiyle ayaklanan ikiyüz kadar Cebeci asker arasina bilahere Yeniçerilerle medrese talebeleri de katilmis ve tarihimize "Edirne Vak'asi" diye geçen isyân sonunda hal'edilen/tahttan indirilen Sultan Ikinci Mustafa, bu olaydan sonra dört ay, sekiz gün yasayip 29 Aralik Cumartesi günü vefat etmis, Yenicami'de babasi Dördüncü Mehmed'in türbesine defnedilmistir. Osmanli hânedânindan kadin-erkek pek çok kimsenin medfun bulundugu bu türbe ziyarete açiktir.
Sultan Ikinci Mustafa'dan sonra ana-baba bir kardesi Üçüncü Ahmed cülûs etmistir. 22 Agustos 1703 Çarsamba günü tahta çikan Sultan Üçüncü Ahmed'in saltanat yillari bizdeki Baticilik hareketinin baslamasi ve dünya masonlugunun yurdumuza hulûlü yönünden mühimdir!.. Gözlerimizi Bati'ya çevirdigimiz ve yalniz ordunun islâhi le Rönesansi gerçeklestiren Avrupa'nin teknigine ulasacagimizi hayal ettigimiz o devrede Kont dö Bonval adli bir sefîhe "Avrupa usulünde bir humbaracilar kuvveti' meydana getirmek vazifesi verilmis ve sonralari "Humbaraci Ahmed Pasa" diye anilacak bu sefîh, Fransiz masonlarina bagli ilk locayi Galata'da açarak pek çok gayrimüslim yanisira bâzi gaafil müslimleri de locaya kayda muvaffak olmustur ki, bunlar arasinda Ibrahim Müteferrika ile bilâhare Sadâret (Basbakanlik) makamina kadar yükselebilen Yirmisekiz-zâde Mehmed Said Pasa da vardir!..
Yurdumuzda ilk mason locasinin kurulmasina öncülük eden Kont dö Bonval (nam-i diger: Humbaraci Ahmed Pasa) denilen sefîhin içyüzünü ortaya koyarak bize düsman ser kuvvetlerin kimleri kullanip Devlet-i Aliyye'nin basini yediklerini ibretle görelim!..
Humbaraci degil, casus!..
Kont dö Bonval'a "ordunun islahi" (!) vazifesi verilmistir ama, is bu uzman Türkçe bilmemektedir!.. Yurdumuzda kaldigi onsekiz yila yakin zaman zarfinda da dilimizi ögrenmeye tesebbüs etmemis, kendisine tevdi olunan "ordunun islâhi" gibi çok mühim ve mahrem bir ise aid raporlari Italyan dönmesi bir kâtibe yazdirmis ve bu kâtip de, Fransiz elçisine casusluk etttiginden Kont dö Bonval'in üzerine aldigi vazife ile alâkali bütün tedbirler bizim elimize geçmeden evvel Fransizlar tarafindan ögrenilmistir!.. Bu olay, imparatorlugumuzun çöküntü devrinin ibret alinacak vukuati arasinda pek mühimdir!.. Ordunun islâhi gibi fevkalâde bir vazifeyi yüklenen ve Müslüman oldugunu iddia ile Humbaraci Ahmed Pasa diye anilan bu Fransiz, acaba dilimizi ögremek kabiliyetinden mahrum mu idi? Yoksa kasden mi ögrenmedi veya ögrendi de, vazifesi icabi (!) ögrenmemis görünüp devlet sirlarini Italyan dönmesi kâtibi vasitasiyla Fransilara ulastirdi?!..
Bizce bu ihtimaller (uydurmacasi: Olasilik) içinde en kuvvetlisi ücüncüsüdür... Zira, Humabarci Ahmed Pasa denilen sefîh, yurdumuzda geçirdigi onsekiz yila yikin zaman zarfinda Osmanli Imparatorlugu hizmetinde humbaracilik degil, düsman devletler emrinde casusluk yapmis ve Osmanli'dan aldigi maas ve saire yanisira Fransa ile Ispanya'dan elde ettigi tahsisati da "gevis getirmeden" yutmustur!..
Kont dö Bonval veya Bonval Kontu Klod Aleksandr diye anilan ve bir Fransiz asilzâdesi oldugu söylenen bu sefîh, Petervaradin savasini müteâkib Avusturya'dan kaçip yurdumuza siginmis ve Müslüman olarak Ahmed adini almis, bilâhare kendisine Rumeli Beylerbeyi pâyesi verilmis, valilik etmis, vezir olmus ve böylece o çöküntü yillarinda gûya orduyu islâha me'mur bir "Ahmed Pasa" türeyivermistir!.. Nizameddin Nazif Bey'in kaydettigine göre: "Dogustan ahlâksiz ve tiynetsiz olan Humbaraci Ahmed Pasa, ihtiyarladikça zivanadan çikmis, isleri hafiften tutmus, vazifesini yan çizmis ve yabanci devletlere casuslukla vakit geçirmege baslamis, günün birinde tekrar Hiristiyan olarak Fransa'ya kaçmak sevdasina tutulmussa da, mel'anetleri zamaninda farkedilip 1747 yilinin 23 Mart gecesi ölüvermistir."
Ve Sonrasi...
Fransa'ya gönderdigi gizli mektuplarda Müslüman oldugunu, fakat yasi ilerledigi için sünnet olmadigini itiraf eden bu sefîhin kabri Tünel'in Beyoglu civarindadir. Bekâr olan ve ölümünde bir hayli servet birakan bu Humbaraci Pasa'nin bütün mali mülkü evlâd edindigi Süleyman Aga adli Milanolu bir dönmeye kalmistir ki, Humbaraci'nin bu dönme ile olan münasebetini sütunumuza geçirmekten hâyâ ederiz!!!
Böylesine bir sefîhin Fransiz masonlarina bagli olarak yurdumuzda açtigi ilk mason locasini daha sonraki yillarda Ingiliz, Italyan ve Polonyalilar hesabina kurulan diger mason localari takip etmis, bu arada Lord Rading adli Ingiliz elçisinin korkunç tahribati görülmüs ve bizde masonluk Tanzimat hareketiyle büyük mesafe kat'edip Ikinci Mesrutiyetle hedefine ulasmistir!..
Humbaraci Ahmed Pasa, Ibrahim Müteferrika ve Yirmizekiz-zâde Mehmed Said Pasa gibi kimselerle baslayip, Mustafa Rasid Pasa, Keçeci-zâde Fuad Pasa, Midhat Pasa, Namik Kemal, Sair Ziya Pasa, Ali Suâvi ve benzerleriyle devam eden masonluk, bilâhare Ittihad ve Terakki basindakileri hep içine almis ve Ittihatçilardan arta kalanlarla Cumhuriyet devrine intikal etmistir. 1935 yilinda Mustafa Kemal Pasa tarafindan kapatilan mason localari, Ismet Inönü'nün Cumhurbaskanligi'nda tekrar açilmis ve günümüze kadar çesitli yan kuruluslariyla faaliyetini sürdüre gelmistir!..

Kaynak: Milli gazete, 11.02.2000

Türkiye’de Derin Devlet

Türkiye’de Derin Devlet

Yahudilerdir, Sabataistlerdir, Masonlardır

Allahü Teâlâ, Tevbe Sûre’sinde Sevgilisine buyurmuştur ki: «Kâfirler ve münafıklarla uğraş ve onlara karşı sert davran.» Bunun niçini malûm, nasılı üzerine kafa patlatmak lâzım ve yine nasılı üzerine strateji-eylem ve hedef sahibi olmak lâzım… Yazımız, inanıyoruz ki, bu çerçevede “antiemperyalist” kurtuluşçuluğa inanmış ve “taş atmak” marifeti ile kendine kaynak oluşturma kültürüne erişmiş bir topluluğa, “atılan-atılacak taşın” gayesinin ve hedefinin ne olması gerektiği mevzuunda bilgilendirici olacaktır.

Taş; toprak hammaddeli, yağmurla-rüzgârla-güneşle birlikte pişmiş-olgunlaşmış, fazlalıkları alınmış sertleşmiş cisim… Korunma tedbirli ilk araç ve yerden kapılan ilk nesne…

Taşlamak ise kınamak, taş denilen cismi fırlatmak, atmak… Şeytanı taşlamak, zâniyi taşlamak, köpek-kurt vb. yaratıkların tehlikesinden emin olmak için yerden aldığımız “taş” ı fırlatmak…

Yahudi, her devrin haini. Her devrin nifak ve zillet temsili. Her devrin madde ve mânâ tefecisi ve dolandırıcısı… Türlü kılık ve şekilde; solcu derseniz olur, travesti derseniz olur, homoseksüel derseniz o da olur, liberalist, faşist, başka din mensubu radikal biri vs. her şey olur. Yahudi kendi dini ve ideali için her şeyi meşru bilir. Yahudi zulmünü başımıza “Batılılaşma-uygarlaşma” ve demokrasi şaklabanlığı ile örenler ve bu şaklabanlığı zaman zaman müslümanlık kılıfı ile yürütenler, Yahudi’nin önündeki taş duvarlar, kalın surlar hükmünde… Bunlar; ilki Kanunî döneminde olmak üzere, habersiz ve şuursuz atılan tohumun 19. asırda, ihanet zümreleri hâlinde; Jöntürk, İttihat ve Terakki, Sabataist, Mason ve Batıcı-laik kadro hâlinde görünenleridir…

Büyük Doğu Mimarı Üstad Necib Fazıl, yahudiyi anlattığı bir yazısında meşhur Amerikalı milyarder Ford’un bir cümlesi ile şöyle der: “Yahudi, iki türlü çalışır; ya doğrudan doğruya o rejimleri yıkmak yahut neticede kendi kavim hâkimiyetini kurmak için yeni rejimler tesis etmek… İngiliz, Fransız ve Amerikalıların tetkiklerine göre, Yahudi faaliyetlerinin ikinci şeklini idare eden ruhlar, daima Yahudi köklerindendir. Mutlaka kavramak lazımdır ki, Yahudi kendi ruhunda ve kendi ruhuna müsait olmayan her hükümet sisteminden nefret eder.” 

DERİN DEVLET


“Derin Devlet”; aslında bu tabir, asparagas bir tabirdir. Bunun aslı devlete sızmış, devleti işgal etmiş “derin örgüt-yapı” olmalıdır… Osmanlı Devlet-i Âli’si, 1908 itibari ile, o günden bugüne bilfiil işgal altındadır ve bu işgal, her geçen gün güçlendirilen, dalbudak yaygınlaştırılan bu derin yapı ile kalıcılaştırılmış ve görünmezleştirilmiştir. Bugün medyatik mânâda “halkın aklı gözünde” ya, kilit noktalarda bulunan ve göze hitab eden bürokrasi, askerî ve siyasî bazı tiplerden, Türk veya Türk’ü andıran ad ve soyada sahib kişilerden oluşturulmuştur. Önceki yazılarımda bahsettim, bir daha bahsetmekte zarar yok ve hattâ bin defa bahsedilse yeridir. Yeter ki Anadolu insanı uyanık olsun, unutmasın:

«31 Mart vakası… Osmanlı Şeriat Devletinin başkenti İstanbul'da "Şeriat isteriz. Gâvurluğa geçit vermeyiz!" gibi sırıtan sloganlarla ve yeşil sancaklı isyancılar… İsyan edenlerin birçoğunun kimliği o gün için meçhul; sonrasında sabataist dönmelerden, Ermenilerden, İttihat ve Terakki Partisi’nin komitacılarından müteşekkil çapulcu sürüsü… İsyanın hedefi II. Abdulhamit Han… Yahudi ağzı ile ilk “irtica” isyanını bastırmak üzere Selanik'ten yola çıkan Harekât ordusunda; o zaman Kurmay Başkanı olarak Yüzbaşı Mustafa Kemal ve İttihat Terakkici sonra ise Millici ve Cumhuriyetçi olacak Yüzbaşı Kazım (Karabekir) ve Yüzbaşı İsmet (İnönü) de var. Ve yine aynı ordunun içinde Bulgar, Arnavut ve Manastır çeteleri yanında; 2. Fırka komutanı Albay Kazım Beyin komutasında 750 kişilik tamamen Selanik Yahudilerinden oluşan gönüllü Musevi taburu da var… Kambersiz düğün olmaz misali Bursa’da Celal (Bayar) komutasında gönüllü bir birlik de yine İstanbul’da…» Dikkat ederseniz bu isimler, 1920 itibari ile kurulan TC kurucuları, idarecileri, yöneticileri…

Osmanlı sonrası Ortadoğu’da en güçlü etkiye sahib olan ve bölgeyi yapılandıran ve Türkiye’deki devleti ve derin devleti inşa eden İngiltere’dir. Yahudi, o gün için sadece güçlü lobi faaliyetleri yürütüyor; Avrupa’da çeşitli adlar atında Osmanlı Devleti’ne karşı örgütlenen farklı etnik grublara sızarak, onlarla diyalog içerisine girerek, onları Osmanlı’ya karşı kışkırtma, suikast tertib etme gibi işlerinde maddî manevî bilfiil yardımda bulunarak içindeki kini gösteriyordu. Bu sebeble de Milletler Cemiyeti’nin en müessir mensubu olan İngilizlerin kuyruğundan hiç ayrılmıyordu. Varolan Osmanlı Devleti’ni, yine aynı Türk’e feshettirip, mikro-milliyetçi mantıkla “Türk’ü sadece Anadolu’ya hapsettirecek” Türkiye’nin kuruluşuna önayak olan da yine bizzat Yahudi’dir. Bu hususta Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda rolü olan iki Yahudi’yi anmakta fayda var. Bunlardan ilki, Atatürk'ün sağ kolu Tekin Alp (Mois Kohen)… Bu yahudi aynı zamanda Türk milliyetçiliğinin teorisyenleri arasındadır. Bir diğeri Hayim Nahum… Bu yahudi, İsmet İnönü’nün dava arkadaşı, Lozan’da Cumhuriyetçi kadroyu savunma adına Avrupa’da lobi faaliyetlerine giren iblistir…

Diğer taraftan, yeni devletin kurucuları, yahudilerin Avrupa'daki nüfuzlarından yararlanmak amacıyla Türkiye'deki yahudi azınlığın ileri gelenlerinden birçoğunu devlet içinde önemli mevkilere getirmiş, birçoğu mal mülk sahibi kılınarak özellikle zengin edilmiş ve kurucu güçten farklı ve fazla olarak kendilerine özel bazı imtiyazlar tanınmıştır.

Türk’ün yönetmediği bir Türk Devletinin inşası bu şartlarda ve bu istikamette gelişmiş ve yine aynı Türk, bölgesindeki Arab’la, Kürd’le, kendi ırkdaşı Alevî ile, Çerkes ile kavgalı ve problemli hâle getirilmiştir. Fitne ve fesat kaynağı yahudi, Anadolu insanına karşı içinde beslediği kini üçbeş menfaatperest, üçbeş makamperest komitacı ile Dersim’de, Diyarbakır’da, Musul’da, İzmir’de kusmuştur.

SOYADI KANUNU VE İŞGAL


1924 mübadelesini bilirsiniz. O dönem ülkeye gelen 1,5 milyon dolayında insanın 20.000'i sabetaycıdır ve bu insanlar diğer mübadiller gibi Anadolu'nun çeşitli yerlerine yerleştirilir. Ancak durum bundan ibaret kalmaz; soyadı kanunu çıkarılır ve herkes yeni ad ve soyadı ile tanınmaya başlar. 20. yüzyılda Türkiye'den başka hiçbir ülke bu kadar fazla yeni insan ismi üretmemiştir. Siyonist-Batı bu kanunla bir taşla iki kuş vurmuş, bir yandan kendi işbirlikçilerini görünmezleştirmiş, diğer yandan da köklü Türk, Kürt, Arab aşiretlerini, ailelerini paramparça etmiş, bölmüştür. O sabataistler şimdi nerde? Okumaya devam o zaman.

Lozan antlaşması Anadolu insanı için bir hezimetse yahudi için bir zaferdir. Hattâ denilebilir ki, Osmanlı’nın yerine inşa edilen devlet, yahudilerin ilk devletidir. Yahudilerin ilk toplu göçleri, şimdiki İsrail’in olduğu bölgeye değil, Anadolu’ya; İstanbul’a, İzmir’e, Aydın ve Mersin’e olmuştur. Lozan’dan önce faal olan azınlıklar Rumlar ve Ermeniler iken, Lozan’dan sonra devredışı kalan bu azınlıkların yerini yahudiler almıştır. Türkiye ile Yunanistan arasında 1924’te cereyan eden mübadele sonucu 20 bin Selanik dönmesi ile Türkiye’deki yahudi nüfusu azımsanmayacak bir rakama ulaşmıştır. Bunlar Anadolu’ya geldiklerinde, Osmanlı’nın eğitimli aydınlarının, güçlü ticarî varlıkları olan şahıslarının, askerî veya siyasî liderlerinin birçoğu 1911 Trablusgarb, 1912 Balkan ve ardından gelişen I. Dünya ve Kurtuluş savaşlarında zaten ölmüş, yaralanmış veya varlıklarını ve güçlerini kaybedip, yorgun düşmüşlerdi. İşte bu boşluklar, eğitimli, dil bilen ve zenginleşme hırs ve arzusu içerisinde yanıp tutuşan Selanikli dönmeler ve İstanbullu yahudiler tarafından dolduruldu. “Boğazdaki Aşiret” tesbiti bu dönmelerin durumunu en iyi izah eden tesbittir.

Devlet-i Âli Osmaniye’nin yürütme ve yasama organlarının bir grub ecnebi azgın azınlık tarafından ele geçirildiği 1908’den itibaren, Türkçü ve İttihatçı zarfı altında devletin içinde gizli, gayrı millî, Batıcı ve yahudici İslâm ve Türk düşmanı karanlık örgütler, infaz ekipleri, provokasyon merkezleri kurulur. Bunlar bizzat milletimizi ve medeniyetimizi hedef alan eylemlere, uygulamalara, inkılâb adı altında şaklabanlıklara ve millî şuurumuzu zedeleyen, ruh iklimimizi parçalayan ve geçmişimizle, tarihimizle, değerlerimizle bağımızı koparan işlere imza atarlar. Bugün inkâr edilemeyen bir hakikattir ki, Cumhuriyetin kurucuları da dâhil olmak üzere, aydınları, bürokratları ve siyasîleri, Batı ve İsrail ile içiçe, sarmaşdolaştırlar. Mevcut bütün kurumların üst mütevellilerinde, yönetim merkezlerinde, idare heyetinde bulunanların neredeyse tamamı Batı ve İsrail güdümündeki örgütlere üyedirler.

İşgal ve işgalciliğin örgütlenmesinde Batı ve yahudi’den sonra en müessir örgüt olan Masonlardan birkaçını ifade etmek, mevzuumuzu daha anlaşılır kılacaktır.

Enver Paşa dışındaki hemen bütün İttihat ve Terakki yöneticilerinin mason localarına üye olduklarına ve bunların birçoğunun yeni devletin kurucuları arasında yer aldığına ayrıca dikkat etmek gerekir. Yine Cumhuriyet'in ilk yıllarında Doktor Besim Ömer Paşa, Servet Yesari Bey, Doktor Fikret Takiyeddin Bey, Edip Servet gibi önde gelen aydınların kanunî çalışan Türk Mason Cemiyeti'nde büyük üstadlık yaptıkları, ayrıca Türk Yükselme Cemiyeti adlı başka bir mason örgütünün de faal olduğu bilinmektedir. Çeşitli kaynaklar Cumhuriyet'in önde gelen yöneticilerinin mason örgütleriyle ilişkili olduğunu, Atatürk'e de mason örgütlerine girmesi için teklifler götürüldüğünü, ama onun bu teklifleri geri çevirdiğini belirtmektedir [Türk Tarih Kurumu’nun geçmişte bastığı İngiliz belgeleri ise çok daha “farklı” şeyler söylemektedir]. Yine Atatürk’ün yakın çevresinden Mim Kemal Öke’nin büyük üstad olduğu, İçişleri Bakanı’nın bizzat mason olduğu vs. bilinmeyen şeyler değildir.

Günümüzde mason sayısı ve locası ne kadardır? 2000 yılı itibari ile, Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası Büyük Üstadı Sahir Talat Akev’in yaptığı açıklamaya göre 8 şehirde 160 loca ve 12000 mason bulunmaktadır. Yalnız masonlar artık eski kalitede değil, şimdilerde ucuz dernek numaraları ile birçoğu kapkaççı, dolandırıcı, ahlâksız kimselerden müteşekkildir veya makam ve para hırsı olanların uğrak yeri olmuştur. Yine de Masonlar, en aşağılık ve iğrenç katliamların mimarları olarak, dalavere dolu siyasetlerini hâla yürütebilecek kadar tesirlidirler. AKP’nin, MHP’nin, PKK’nın, BDP’nin liderlikleri hangi mevkîde olursa olsun, etraflarındaki askerî, siyasî ve bürokratik kuşatmada, onların da nasıl yahudi ile içli dışlı oldukları, masonik kulüplerin komuta ve yürütmesinde hareket eden şahsî “dost!”larının etkisinde kalarak aynı mihrakların nasıl kuklası oldukları açıktır. Misâl, Kürt halkının en büyük düşmanı İsrail’e (ki Kürdistan’ı Arz-ı Mev’ud ilan eden İsrail’dir, Türkiye değil; ve yine GAP’a göz koyan da ABD ve İsrail ikilisidir) ve Kürtlerin aleyhine belki onlarca suikast-komplo düzenlemiş mason kulüplerine karşı PKK’nın tek bir eylemi, tek bir protestosu, tek bir tavrı var mıdır? BDP, Laik-Batıcı Türkleri kınarken, kendisi aynı mihrakların kuklası olmak için neden yarışır? CHP’yi hak getire, içlerinde mason olmayan biri varsa beri gelsin…

DERİN YAPININ DÖNÜŞMESİ


Geçmişten günümüze bu yapılar, millî duyguları istismar edilmiş figüranlar üzerinden millete karşı, İslâm’a karşı, millî iradeye karşı faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Millî duyguları güçlü, ama akılları kıt, beyin faaliyetleri zayıf, fikirsizlik hastalığına düçar olmuş kimseler alınır ve ‘devlet hizmeti’, ‘özel görev’, ‘Türklüğü kurtarmak’, ‘vatanseverlik’, ‘vatan-millet tehlikede’, ‘Komünistler’, ‘Faşistler’ vs. Denerek, bunlara karışık, karanlık, kanlı eylemler yaptırtılır, cinayetler işletilir, provokasyonlar yaptırtılır. 1908’den beri millî iradeyi bloke etmeyi hedefleyen Batı güdümündeki ecnebî-sabataycı kesimler bir çok kurumu kendileri için steril mevkîye getirmeyi hedeflediler ve bunda da doğrusu başarısız oldukları söylenemez. Nihayetinde ele geçirilen-işgal edilen birçok kurum, Türkiye’deki derin yapının kurum çapında icra organları olmuşlardır.

Başta silahlı güçler olmak üzere, asrın başında, devletin önemli kurumları milleti korumak değil, “kontrol etmek”, “gütmek” ve “terbiye etmek” üzere yapılandırılmıştır. Tek Parti dönemi boyunca milletin kontrolü sivil-askerî bütün devlet birimlerinin işbirliğiyle sağlanırken, Demokrat Parti iktidarından sonra sivil bürokraside ve siyasette millet lehine değişiklikler olunca, yani sivil alan tam kontrol edilemeyince, derin ecnebî yapılar daha örtülü ve kamufleli hâle getirilmiş ve toplumu yönlendiren ve milleti kontrol eden unsurlar silahlı güçler içine yerleştirilmiştir. Devlet ve toplum Batıcı ve yahudici çizgiden her kaydığında, 1952 yılında ABD’nin isteği doğrultusunda kurulan Millî Avcı Birlikleri, Seferberlik Tetkik Kurulu-Özel Harb Dairesi-Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın katkıları ve askerî müdahalelerle yeniden istenilen çizgiye çekilmiştir. Bu dönem aynı zamanda İngiliz’in Türkiye’nin idaresini ABD’ye devrettiği ve Türkiye’nin NATO’ya girdiği, demokratikleşerek sömürülmeye devam edildiği dönemdir.

Bunların yâni Türkiye’deki ‘Müslüman’ görünümlü Yahudilerin-Sabataistlerin sayısı 100 ilâ 150 bin arasındadır. Tarih boyunca ne zaman dönme, kripto yahudiler “deşifre” olmaya başlamışsa, ardından çok büyük bir tasfiye süreci işlemeye başlamıştır. Kripto yahudiler ve Batıcılar her defasında daha yükseğe sıçramak ve yerlerini daha da sağlamlaştırmak için dün peşinde dolandıkları adamı bir ânda, beş dakika içerisinde harcayabiliyor, yağdan kıl çeker gibi operasyonlar yapabiliyor ve kendileri hâdisenin dışındaymış gibi, olan biteni kuruldukları tribünden seyredebiliyorlar. Bu ve benzeri hâdiselerden aklımıza gelenler şunlar: Mustafa Kemal ve kadrosuna, Hilafeti kaldırmak, Harf Devrimini yapmak, Anadolu insanının hayatından dini çıkarmak gibi birçok işi yaptırdıktan sonra onu tasfiye edip, İsmet İnönü ile birlikte, zaten kırıntısı kalmış Müslümanlara ve onların nezdinde İslâma saldırıyorlar. Fakat Müslümanların uyanması ile birlikte biriken İslâmcı öfkeye hedef olmamak için Demokrat Parti aracılığı ile bir daha gömlek-görüntü-kişilik değiştirerek işgale ve sömürüye devam ediyorlar.

Ancak kripto yahudiler bir kez daha deşifre olmaya ve Batıcıların çıkarları elden gitmeye başlayınca, bir daha sıçrama ve milleti terbiye altına alma operasyonu yapılıyor. 27 Mayıs 1960’ta tam bir facia yaşanır ve milleti temsil kabiliyetinde “kırıntılık” keyfiyet gösteren iktidarın ileri gelenleri, acımasızca idam edilir. İlerleyen zamanda, 12 Eylül sonrasında arkasına saklandıkları Turgut Özal da şaibeli bir şekilde tasfiye ediliyor. Bu durum 28 Şubat’a kadar sürüyor ve İslâma karşı son ve som darbe vurulmak isteniyor. Kim varsa İslâmî şuura sahib, kırmak, tam bir soykırım gerçekleştirmek istiyorlar. Fakat durum değişmişti. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. Mevcut şartlar 27 Mayıs’a da, 12 Eylül’e de benzemiyordu. Karşılarında kolayca güdülecek bir topluluk ve lidersiz kalabalıklar yoktu. Çoğu kalifiye şahsiyet belirten 170 bin kişinin katline karar vermişti birtakım mahfiller. Ama daha harekete geçemeden, karşılarına “1999 Kurtuluş Yılı” şeklinde hikmeti ve kerameti yıllar sonra anlaşılacak muazzam bir gür emir çıkıyor, Mütefekkir Mirzabeyoğlu tarafından bütün dünyaya duyuruluyordu.

Bu ilânla Kripto yahudiler, dönüşmüş Batıcılar, leş hâline gelmiş Kemalistler korkularından ve şaşkınlıklarından kalakaldılar. 17 Ağustos depremi ile sarsılan yeryüzü, bir kez de Tilki Günlüğü’nde 17 Ağustos başlığı altında yazılanlar ile keramet çapında sarsılıyordu. Tasfiye çözülmeye dönmüştü. Çıkar ilişkileri biraz daha riskli bir işe girmeye sevketti kripto yahudileri, sabataist dönmeleri ve Batılılaşmış İT devamı cebheleri… Son hamle olarak, Müslümanların içine yerleştirdikleri ve uzun zamandır Hocaefendi diye yutturdukları sümüklügillerden bir yaratığı öne sürdüler. Yahudi lobisi hemen bu yaratığı ve cemaati eğitime ve terbiyeye tâbi tutup, zaman zaman test edip, geleceğe, 2000 sonrasına hazırladı. Kripto yahudiler ve Batıcılar bu camiaya iyice yerleştikten sonra, paralelinde aynı şekilde test edip yetiştirdikleri geçmişi İslâmcı! bazı kişileri AKP adıyla iktidara hazırlamaya başladılar… Bu, kripto yahudilerin ve Batıcı işgalcilerin uzun zamandır uşaklıklarını ve pis işlerini yapmış Kemalistlerin bir kısmının tasfiyesi anlamına geliyordu. Ama dünya genelindeki ekonomik çöküş, Afganistan ve Irak’tan Müslümanların lehine gelen güzel haberler, İran’ın nükleer bomba ürettiğini ilan durumuna gelmesi, açık denizlerde ABD ve İsrail’in otoritesini iyiden iyiye kaybetmesi, Türkiye’deki bu yeni dönüşümü zora soktu. Plânlanan gerçekleşmediği gibi, kuklalar kendilerine ihale edilen işi ağızlarına gözlerine bulaştırdı. Şimdilerde beklenen, Fetullahçılar ve AKP’liler çerçevesinde yeni bir tasfiyenin başlaması…
Yine dün Mustafa Kemal’i bugün Fetullah Gülen’i öne sürerek, dün Aydın Menderes’i ve kadrosunu idamlarla tasfiye ederek, bugün İBDA Mimarı’nı ve Ehli Sünnet bağlısı Müslümanları cemiyet hayatından tecrid-tasfiye ederek işgalini sürdüren kripto yahudiler ve Sabataistler, ele geçirdikleri Türkiye Cumhuriyeti’ni kimseye bırakmak istemedikleri için sürekli gömlek değiştiriyorlar. Dün ‘şeriat isterük’lü Osmanlı! kimliği, Türkçü Jöntürk kimliği, “uygar” dünyayla uyum sağlama havalarında İttihat ve Terakki Partisi kimliği, sonrasında Cumhuriyet, akabinde demokrasi ve daha fazla demokrasi kimliği; hâlen bu sonuncusuna devam etmektedirler.
Yahudi, dün kandırdığı bazı komitacılarla provokatif suikastler ve iftiralar neticesinde Müslümanları sindirir ve katliama tâbi tutarken, bugün daha örgütlü ve güçlü teşkilatlar vasıtası ile açıktan açığa milletin evlatlarını katlediyor, işkence ediyor, aynı milletin dinine, imanına, canına toplu suikastler tertib ediyor ediyor. Çünkü yahudi için, Batı için, binlerce Kürd’ün ve Türk’ün ölmesinin hiçbir anlamı yoktur, onun için önemli olan kendi çıkarlarıdır ve bu yüzden, ele geçirdiği kurumlarda her iki tarafı birbirine kışkırtıcı zulümler yapar, yaptırır ve Anadolu’da birlikte yaşayan insanların arasına kapanmaz yaralar açar. Bu arada kendi çarkını döndürmek için “yeniden yapılanmaya” girer. Daha demokratik, daha ılımlı laik, daha ılımlı İslâm!, daha hoşgörülü falan… Nereye kadar? Kendi çıkarlarına ucu dokununcaya kadar. Nitekim Marmara Gemisi’nin Gazze çıkarmasında, Pensilvanya’daki bir ‘leşin’ bir ânda kıçına acı biber değmişcesine “İsrail’i otorite ilan etmesi, Filistin Devletini yok sayması, ölen Müslümanların ölümlerine sebeb olan hâli küçük görüp aşağılaması” söz konusu olmuştur ki, bu da bizi kripto yahudileri kimler arkalarında saklıyor onun ipucunu rahatça vermektedir.
Gülen ve ekibi üzerinden TSK’ya karşı yürütülen operasyonlara bu açıdan bakıldığında; Siyonist-Batı’nın, TSK’yı kendileri açısından daha steril, daha güvenli hâle getirme planları rahatça deşifre olur. Bu, tarafların birinden birinin makbul olduğu mânâsına gelmez, aksine kontrolden çıkmış bazı kişi ve grubların Siyonist-Batı tarafından iyice terbiye edildiği anlamına gelir ki, bunun en büyük delili “Balyoz Darbe Planı” adını verdikleri ve hergün milyon kere yaygara koparıp milletin kulağının içine ettikleri bir davadan, tek bir tutuklu olmayışıdır. Görünen o ki; Gülen Hareketi üzerinden derin devlet yeniden yapılanıyor, mevcut yapı yeni ekip arkadaşları edinirken, yeni sezona uyum sağlamayanlar devre dışı bırakılıyor.

SONUÇ
Türkiye’de derin devlet yahudilerdir, sabataistlerdir, masonlardır. Bugüne kadar gelen hiçbir hükümet (buna AKP de dâhil) şimdiye kadar bu yapıların üzerine gitmemiş, gidememiştir. TSK’nın KOZMİK ODASI’na girdik diye zafer naraları atanlar, en küçük bir mason locasının kapısından içeriye polisi sokamamıştır. Buradaki derin savaşın başlangıç tarihinin 17 ve 22 Kasım 2003 tarihlerinde Mason Locaları ve Sinagogların bombalanışı olduğunu hatırlatmakta fayda var.

 

Yapılması gereken, Yahudi’ye bu vatan toprağında hiçbir hayat hakkı tanımamak… Üstad’ın İdeolocya Örgüsü’nde “Başyücelik Emirleri” başlığı altında “Vatan Dışı” diye emir buyurdukları gibi; “Temizlenmesi gereken başlıca hain ve muzlim unsurlar, Dönmeler ve Yahudilerdir.”


     Ve yine İBDA Mimarı’nın, aksiyon harikası hâlinde ifade ettiği “Gerçek bir Büyük Doğu projesi içinde, İSRAİL diye bir devlete yer yoktur.” emrine muhatab olup gereğini yerine getirerek…

     Nihayet şeytan taşlama mevsimindeyiz… VE TAŞ ATAN ÇOCUKLARIN AFFEDİLDİĞİ BİR MEVSİMDEYİZ. Lâkin, taş önemli; her yere taş atılmaz… Her çocuk da taş atamaz. TAŞ DEDİĞİN, EMPERYALİZME KARŞI ATILIR, SİYONİST HAÇLIYA ATILIR. ATABİLİYOR MUSUN SEN ONU SÖYLE… Yoksa, attığın taş, taş değil; atan da şeytan taşlayıcı değil… Yüreğin yetiyorsa Siyonist-Haçlı’yı taşlayacaksın, Batıyı ve Yahudi’yi taşlayacaksın. Yoksa Siyonist-Haçlı’nın senin eline tutuşturduğu taşla özbe öz kardeşini değil… HAYDİ GENÇLER, TAŞ ATAN ÇOCUKLARIN AFFEDİLDİĞİ BİR MEVSİMDEYİZ… VAKİT, YAHUDİ TAŞLAMA VAKTİ… TAŞ ATAN KAHRAMANLARINI BEKLİYOR ANADOLU.

 Aylık Dergisi, Eylül 2010