Wikipedia

Arama sonuçları

5 Mart 2013 Salı

MİNİK SAKA KUŞU

MİNİK SAKA KUŞU

 

Rüzgarın huzur verici esintisinin ve etrafımdaki otların dansından oluşan ses sanki bana bir melodi fısıldıyordu. Biran bulutların hızlı hızlı akıp gitmesini izlerken kendimi başka dünyada buluyordum. Minik bir saka kuşunun ruzgara karşı kanat çırpışı, hayattaki birçok zorluklara bizimde kanat çırparcasına çabaladığımıza örnektir. Uçmak için cesaretli olmam ve inanmam gerekiyor biliyorum, belki düşeceğim korkusu sarıyordu vücudumu ve titreyerek engel oluyordu bilinç altım. Ama denemem lazımdı özür ve hür yaşayabilmek için. İzliyorudum, yapıyorlardı onlar hunharca çabaya rağmen başarmışlardı. Küçüçükmüydüm özgürlük uğruna ölürmüydüm acaba. İnanmam lazım başarmak için, denemeliyim yaşamak için bazı güzel duyguları. O zorlu ruzgara karşı kanat çırpmak için yapmalıydım. İstiyorum zorluklara karşı zayıf olmadığımı görmek istiyorum. O korkuç boşluğa atmam gerekiyor kendimi yapabilmek için. O minik gözlerimi kapatarak hayatın akışına bırakıyordum kendimi, ruzgar inatla boşluğa düşerken beni yukarı ittiriyordu sanki. Bazen düşman sandıklarımızında iyiliği ve fedakarlığı olabiliyormuş şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Rüzgar acaba zayıf düşman olduğumu düşündüğü için mi bana uçmam için fedakarlik yapıyordu. Hayata karşı zayıf bir halka olmadığımı kanıtlamanın vakti gelmişti. Zayıf kanat çırpışarım titrek vücudumda sanki daha da cesaretli olmamı gerektiriyordu, daha güçlü çaba göstererek ruzgara kendimi ispat etmemin vaktiydi bu.
 Evet şimdi daha güçlüyüm vücudumdaki titremelerin yerini güç ve kuvvet almıştı. Her kanat çırpışım hayata bağlılığımı ve başarıya olan inancımı daha da tetikliyordu. Rüzgara karşı uçmanın hazını daha iyi anlıyordum şimdi. Herkes gibi özgürdüm artık. Mavi gökyüzünden doğa anayı  izlemenin ilk deneyimiydi bu benim için. Uçabildiğimce yükseğe uçuyordum.Daha da yükseldikce  küçülüyordu hayata dair herşey. Ama biliyorum ki onları küçük görmemeliyim, ben daha iyi anlayabiliyordum çünkü onları.
Güneşin batışını mavimsi gökyüzünde süzülerek izlemesini merak ederdim hep, anlattıkları kadar da ihtişamlıymış. İzlerken gözlerim kamaşıyor büyüleyici ışık yansımalarından gözlerimi alamıyordum. Yavaş yavaş alçalıyordum yeşilliklerin üzerine doğru Sanırım dönme vaktiydi artık.
İrkilerek gözlerimi açtım biran olsun nerede olduğumu bilmez şaşkın gibiydim. Herzaman olduğundan biraz farklı bir gün yaşıyordum sanki. Hava biraz puslu güneş batımına yakın biraz esintili, aynı tepede aynı ağacın altında oturup hızlı hızlı geçen bulutları izlerken nasıl da dalıp gitmişim büyüleyici dünyaya farkında olmadan. Harika bir rüya görüyordum... Nasıl uyandım diye düşünürken burçakların arasından gelen sesle irkilerek neler olduğunu anlamaya çalışıyordum ki üzerime iki yün yumağı john ve chris atladı....
Devamı Gelecek...

1 Mart 2013 Cuma

“İlluminati yaşıyor ve tek egemen güç olmak için savaşıyor.”

“İlluminati yaşıyor ve tek egemen güç olmak için savaşıyor”


Almanya’nı Ingolstadt kentinde 1776 yılında kurulan Illuminati adlı gizli örgütün (Nedir?)bugün var olmadığı düşünülüyor. Ancak pek çok araştırmacı yeni dünya düzeni yaratmayı amaçlayan örgütün yaşadığını, Waterloo skandalı, Fransız devrimi ve hatta Kenney suikastının arkasındaki gizli güç olduğunu savunuyor. Bu örgütü araştıran Jöntürk Illuminati örgütüne üye olduğunu söyleyen L.Z.’ye ulaştı. İşte bir Illuminati üyesinin çarpıcı açıklamarı…
Varlıklı bir ailenin çocuğu olan L.Z. Illuminati örgütü ile olan bağlantısını “Benim ailem Illuminati üyesi. Ben de doğuştan Illuminati örgütü ile ilişki içinde oldum. Masonlukta 33. dereceye kadar yükseldim. Örgütün önemli isimlerinden biri oldum. Dünyanın dört bir yanına seyahat edip Illuminati’nin fikirlerini yaydım” şeklinde anlatıyor.

Illuminati örgütü yöneticilerinin gerçek kimlikleri hakkında bilgi sahibi olamayacağımızı anlatan L.Z. “Illuminati örgütünün yöneticileri takma isimler kullanır. Gerçek kimliklerini asla öğrenemezsiniz. Kendilerini sürekli saklarlar. Bu sayede yıllardır ortaya çıkmadan yaşayabiliyorlar. Yaptıkları toplantılarda bile birbirlerine takma isimleri ile hitap ederler” diyor.

Son olarak Norveç’te yaşanan katliam ile ilgili de konuşan L.Z. şunları anlatıyor:

“Ander Behring Breivik’in gerçekleştirdiği olay bir akıl hastasının eylemi olarak adlandırıldı. Tapınak Şövalyeleri’ne mensup olduğunu söyleyen bu kişinin akıl hastası olarak düşünülmesi örgütün işine geliyor. Böylece konunun derinlemesine düşünülmesi ve araştırılması gerekmiyor.”
Illuminati örgütünün 1776 yılında Almanya’da kurulduğunu söyleyen L.Z. “Örgütün bugün yok olduğunu düşünenler yanılıyor. Özellikle komünizmin yayılmasından sonra örgüt yapılanmasını hızlandırdı ve yeni dünya düzeni yaratmak için yola çıktı. Bunun için korku, propaganda, yanlış bilgilendirme, provokasyon yöntemlerini kullanarak fikirlerini yaymaya başladılar” diyerek Illuminati’nin hala var olduğunu söylüyor.
L.Z. Illuminati örgütünün çok güçlü bir yapılanma olduğunu söyleyerek şunları anlatıyor:

“CIA, FBI, MOSSAD, MI6 ve MİT gibi gizli servisler ile ortak çalışırlar. Örgütten habersiz birşeyler yapmanız imkansızdır. Birçok ülkenin hükümetlerine kendi adamlarını yerleştirmişlerdir. Uyuşturucu ve silah kaçakçılığı sayesinde milyar dolarlara hükmeden bir gruptan bahsediyoruz. Örgütün çeşitli ülkelerden 10 yönetici ve 300 kadar alt düzey isimden oluşan bir kadrosu var.”
L.Z., güçlü ilişkilerine kanıt olarak bir fotoğraf daha gönderdi. Eylül 2011 yılında çekilen bu fotoğrafta MOSSAD’da çalışan General Ari Ben Nun, Japonya İmparatoru’nun kuzeni Prenses Kaoru Nakamaru ve Gladyo örgütünden olduğunu iddia ettiği Marquis Roberto Caldirola, birlikte görülüyorlar. L.Z.’ye göre bu fotoğraftakilerin hepsi, Illuminati örgüne hizmet eden kişiler.
“İlluminati’nin İslami ayağının başında Fethullah Gülen var”
İlluminati örgütüne üye olan L.Z, İlluminati’nin İslami ayağının başında Fethullah Gülen’in olduğunu söylüyor. İşte, L.Z.”nin ifşaatlarıyla İlluminati’nin İslami tarafı:
İtalyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen ve İlluminati örgütüne üye olan L.Z.’nin hayatı evlendikten sonra değişmiş. Önde gelen Sufi bir ailenin kızı F.S ile evlendikten sonra Nakşibendi tarikatı Şeyhi Nazım ile tanışan ve İlluminati’den kurtulmak için İslamiyete sığınan L.Z. başına gelenleri şöyle anlatıyor:
“Mevki olarak oldukça yükseldiğim İlluminati örgütünde kara büyü ritüelleri, zihin okuma seansları ve kapalı odalarda işkence olayları olduğunu öğrendim. Bunlara karşı çıktım. Herşeyi bırakıp Norveç’e kaçtım. Ancak örgüt peşimi bırakmadı. Sürekli tehdit edildim. Bu esnada İlluminati’nin önemli isimlerinden Vatikan üyesi Thomas Michel, S.J Norveç’e geldi ve benimle görüşüp, örgüte dönmemi istedi. Reddettim ve de tehdit edildim. ”L.Z. ve Vatikan’ın önemli isimlerinden Thomas Michel (Bu isme dikkat)!

L.Z. daha sonra Norveç’te tanıştığı önde gelen Sufi ailelerinden birinin kızı olan F.S ile hayatını birleştirmiş. L.Z. bu dönemi “Eşim sayesinde müslümanlarla tanıştım. Hatta Müslümanlığı seçip Müslaman ismi aldım. Bir çocuğumuz oldu. ” şeklinde anlatıyor.

L.Z. Müslüman İlluminati örgütü ile tanışmasından sonra başına gelenler ile ilgili şunları söylüyor:

“Eşimin de yönlendirmesiyle Gülen Hareketi ile tanıştım. Fikirlerime uyduğunu düşünerek bu harekete katılmaya karar verdim. İlluminati örgütünden kurtulduğumu düşünüyordum. Ancak sonra yaşadığım bir olay hayatımı değiştirdi ve Gülen Hareketi’nin İlluminati’nin Müslüman kanadını oluşturduğunu öğrendim. Müslüman İlluminati örgütüne kabul edilmemin de eşim F.S. aracılığı ile bana oynanmış bir oyun olduğunu anladım. Böylece çevremi kullanarak Norveç’te Müslüman İlluminati’nin gücünü arttırmak istemişlerdi. ”

L.Z. şöyle devam ediyor:
“İlluminati’nin Müslüman kanadının başında bulunan Fettullah Gülen’den sonra ikinci isim Zaman gazetesi yazarı Abdullah Aymaz’dır. Norveç’te bir evde Abdullah Aymaz’ın katıldığı gizli bir toplantı gerçekleştirdik. Bu toplantıda çekilmiş bir fotoğrafı internet sitemde yayınlamam büyük olay oldu. Çünkü örgüt yöneticilerinin toplantılarda çekilmiş fotoğraflarını yayınlayamazsınız. Sitem anında hacklendi. Norveç polisi tarafından tutuklandım. Norveç gizli servisi de kanunlara aykırı olmasına rağmen bilgisayarım ve cep telefonuma el koydu.”
“Aymaz, İtalya’da 33. derece Mason olan Gabriele Mandel Khan’ın Papa ile birlikte bu toplantıyı takip ettiğini biliyordu. İtalya’daki Sufi Cerrahi-Halveti dergahının başında bulunan ve yüksek derece Müslüman İlluminati yönetici olan Gabriele benim arkadaşımdır. Aymaz ile ilk tanıştığımızda Gabriele’nin arkadaşım olduğunu söylemiştim. L.Z. Abdullah Aymaz ile…
L.Z., bu gelişmeler üzerine Fethullah Gülen’i eleştirmeye başladığını, bunun üzerine de karısının, oğullarını alarak kendisini terkettiğini söylüyor.
Müslüman İlluminati’nin Türkiye yapılanmasından da bahseden L.Z. şöyle konuşuyor:

“Müslüman İlluminati’nin başında Fettullah Gülen bulunuyor. Türkiye’yi ise Abdullah Aymaz kontrol ediyor. Fethullah Gülen’in Papa ile yaptığı görüşme İlluminati tarafından organize edilmiştir. Bu toplantıya Abdullah Aymaz ve beni Norveç’te İlluminati örgütüne tekrar dönmem konusunda tehditlerle ikna etmeye çalışan Vatikan’dan Thomas Michel de katılmıştır.Bu görüşme ile İlluminati’nin İslami ayağı oluşturulmuştur. Böylece, Vatikan’daki Jesuitler olarak bilinen Katolik İlluminati ile Fethullah Gülen grubunun temsil ettiği İslami İlluminati arasında sıkı ilişkilerin kurulması hayata geçirilmiştir.

Başbakanınız ve Cumhurbaşkanınız Aymaz’dan aldığı talimatları yerine getiriyor. Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül Aymaz’ın istekleri dışında hareket edemezler. Türkiye’de son dönemde yaşanan karışıklıkları, tutuklamaları, basının susturulmasını bir düşünün. Bunları kim organize ediyor. Tabii ki, İlluminati…”
Türkiye ve Ortadoğu’da yaşanan son gelişmelere de değinen L.Z. “Bu yaşananların hepsi önceden planlanmıştır. İlluminati yeni dünya düzeni kurmak için yıllardır yapılanıyor. Artık birçok ülkede etkin olmaya başladılar. ABD, Türkiye ve İsrail gizli servislerine kadar sızmayı başardılar. Onlardan habersiz birşey yapmanız neredeyse imkansız. Ancak İran, Rusya Suriye gibi ele geçiremedikleri bazı ülkeler var. Arap Baharı’nın patlak vermesi ile buraları da yavaş yavaş ele geçiriyorlar” diyerek örgütün gücüne vurgu yapıyor.

Örgütün güçlenmek için uyuşturucuya büyük önem verdiğini de söyleyen L.Z. son olarak şu açıklamayı yapıyor:
“İlluminati uyuşturucu sayesinde insanların beyinlerini yıkıyor. Doğru düşünmelerini ve çevrelerinde olup bitenlerini analiz etmelerini engelliyor. Ayrıca uyuşturucu ticareti ile milyarlarca dolar kazanıyorlar. Uyuşturucu ticaretinin kendi tekellerinde olması için hükümetleri kullanarak çetelerle mücadele ediyorlar.”

Türkiye’nin yeni ‘fetret’ dönemi, ılımlı İslam, F.Gülen ve AKP

Türkiye’nin yeni ‘fetret’ dönemi, ılımlı İslam, F.Gülen ve AKP
İstanbul’da 15 ve 20 Kasım 2003 tarihlerinde patlayan bombalar, Türkiye’nin küresel düzen içindeki yerinin yeniden tanımlanması tartışmalarını da tetiklemiş görünüyordu.
Bu yanıyla, Türkiye’de Sinegoglara ve İngiliz-Yahudi sermayesinin bankası HSCB’ye yönelik kanlı eylemlerin, daha önce Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İngiltere, İspanya, Irak, Suudi Arabistan ve Tunus’ta gerçekleştirilen, İslamî renkli saldırılardan farklı değerlendirildiğini söylemek mümkündü.
Türkiye’ye bir test alanı olarak bakılıyordu; ılımlı İslam ile radikal İslamın kapışacağı bir tarihsel, kültürel ve sosyolojik alan. Saldırılardan hemen sonra Batı basınında, “Sandık bombayı yenecek mi?” diye soruluyordu. Sandıkla işaret edilen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile onun hükümet ettiği Türkiye oluyor, bomba ise radikal İslamı simgeliyordu.
I. BÖLÜM
Ilımlı islam ve model ülke olmanın ağırlığı

Batı, 11 Eylül 2001′de New York’ta “Dünya Ticaret Merkezi” adı verilen ikiz gökdelenlere yönelik yıkıcı saldırılardan sonra, Atlantik ötesi ve berisiyle, küresel bir tehdit olarak algıladığı radikal İslama karşı çözümü, giderek artan oranda, ılımlı İslamı güçlendirmekte arıyordu.
Çevresine baktığında bu modele en uygun ülke olarak Türkiye’yi görüyordu. Çünkü; henüz ileri sanayi ülkesi olmasa bile, sanayileşmiş; diğer Müslüman ülkelerle karşılaştırıldığında üretim yeteneği gelişmiş; modernleşme yolunda ileri sayılabilecek adımlar atmış; iyi-kötü işleyen bir parlamenter düzeni ve laiklik geleneği olan Türkiye; özellikle ABD için 11 Eylül eylemlerinden sonra giderek farklı bir anlam taşımaya başlıyordu. Denilebilir ki, İstanbul’da gerçekleştirilen saldırılar bu “anlamı” daha da güçlendirmişti.
Artık, hem ABD hem de Avrupa’daki Amerikancı çevreler, geçmişten farklı olarak Türkiye’ye yeni bir rol biçmeye hazırlanıyordu. Doğrusu, diğer Batı Avrupa ülkelerinin de (Almanya-Fransa) bu role pek itiraz ettikleri söylenemezdi. Dolayısıyla, daha önce “modern, laik ve demokratik bir müslüman ülke” olarak İslam dünyası için örnek oluşturduğu belirtilen Türkiye, -ki bu söylem neredeyse bir klişe haline gelmişti- bundan sonra “Ilımlı İslam” ülkesi olarak bütün Doğu’ya “model” olarak sunulmak isteniyordu.
Bu yönde Batı basınında çıkan yazılarda gözle görülür bir artış vardı. Türkiye’de AKP hükümetinin, bu model için “ideal” bir politik araç/ortam oluşturduğu da, hiçbir ciddi kanıta ve deneye dayanmasa bile, belirtiliyordu. İşte, ABD Başkanı G. W. Bush ve İngiltere Başbakanı T. Blair’in İstanbul’daki 15-20 Kasım 2003 saldırılarından 3 saat sonra birlikte kameraların önüne geçerek, Türkiye’yi “küresel teröre karşı savaşta bir cephe ülkesi” olarak tanımlamasının arkasında yatan politik değerlendirme buydu.
Batı basını ve ABD’deki enstitü ve vakıflarda geliştirilen bu tezler, küçük bir sapmayla hemen Türkiye’de de yeniden üretilmeye başlanıyordu. Özellikle İslamcı basının bir kesimi utangaç şekilde bu yönde yayınlar yapmaya, “derin” analizler üretmeye yöneliyordu. Cengiz Çandar gibi isimler ise, durumdan vazife çıkararak bu siyasetin fikri arka planını inşa etmeye girişiyordu.

BOP/ GOP ve ılımlı İslam

Bu fikri arka plan, aslında ABD’nin gezegene hakim olma stratejisini formüle ettiği, “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” ve projenin en önemli siyasal etabı olan Büyük veya Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (BOP/GOP) diye isimlendirilen stratejik planlamadır. ABD’nin, yeryüzünün en zengin enerji havzalarının bulunduğu Merkezi Avrasya’yı (Ortadoğu ve Hazar havzası) denetim altına almak için geliştirdiği GOP’un en önemli boyutunu ise, hiç kuşkusuz “ılımlı islam” stratejisi oluşturuyordu.
Hiçbir rejim sadece askeri ve siyasal zorla ayakta kalamaz. Bu durum, siyasal ve sosyolojik bir olgu, daha da önemlisi tarihsel derslerden biridir. Dünyanın en kötü ve zorba yönetimleri bile, örneğin çöpleri toplamak ve fırınları çalıştırmak zorundadır. Dolayısıyla asgari bir toplumsal destek oluşturulmadan hiçbir baskıcı yönetim ya da diktarörlük sürdürülemez. Aynı şey askeri işgaller ve sömürgecilik için de geçerlidir. Etkili bir işbirlikçi sınıf ve asgari bir toplumsal destek ya da en azından kayıtsızlık gereklidir.
İşte GOP ve ılımlı islam stratejisi ve/veya siyaseti, Ortadoğu ve islam coğrafyasında ABD işgaline, neo-klasik sömürgecilik girişimine toplumsal ve siyasal rıza üretmek için geliştirilen bir projedir.
Özetle ılımlı islam, batılı değerlerle uyumlu, siyasal olarak ABD’nin ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş, sınırların yeniden çizildiği ve nihayet rejimlerin bu amaca uygun olarak değiştirilmesinin öngörüldüğü GOP’un taşayıcı kavramıdır. Ve bu kavram/stratejik planlama bizi getirip AKP’nin ve Fethullah Gülen hareketinin kapısına koyar.

Fethullah Gülen’in misyonu!

Çünkü ılımlı islam projesinin, içeriden, bölgenin tarihsel ve kültürel ortamından beslenen, dahası teolojik zeminde bir taşıyıcıya ihtiyacı vardı. ABD için çok önemli olmakla birlikte, AKP, politik bir parti olarak bu ihtiyacı tam olarak karşılayamazdı. İslami bir kanaat önderi ya da etkili bir tarikat liderinin de katkısı ve desteği gerekliydi. Bu isim, geniş bir örgütsel ağa, mali güce ve yaygın bir etkileme alanına sahip olan Fethullah Gülen’den başkası değildi.
Bugün Fethullah Gülen, “Dünya denilen geminin kaptanı” olarak nitelendirdiği ABD’nin otorite ve iradesine, hedeflerine ulaşmak için boyun eğilmesi gerektiğini vaaz ediyor. Dolayısıyla Gülen, ABD’nin “ılımlı islam” projesinin teolojik ve felsefi arka planını oluşturmaya soyunmuş gönüllü bir tarikat lideri portresi çiziyor.
Aslında Fethullah Gülen, daha yolun başından itibaren ABD ve onun istihbarat örgütleriyle ilişkili bir isimdi. Gülen, soğuk savaş yıllarında, yani daha 1960′lı yılların başında, Komünizmle Mücadele Derneği’nin (KMD) Erzurum Şubesi Yönetim Kurulu üyesiydi. ABD, Türkiye yakın tarihinin en demokratik denebilecek anayasasını getiren 27 Mayıs 1960 hareketinin önünü kesmek için, istihbarat örgütü CIA aracılığıyla KMD’yi kurdurmuştu. Bu dernek, denilebilir ki, Türkiye’de emperyal istihbarat örgütleriyle birebir ilişkili ilk Soğuk Savaş örgütlenmesiydi.
Bugün Türkiye’de islamcı alanda siyaset yapan bir çok isim bu derneklerde yetişmişti. Örneğin, Saadet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan Malatya KMD başkanıydı. Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) de bu tip derneklerden biriydi. AKP’nin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül gibi bir çok islamcı politikacı da MTTB’nden yetişmiş, yöneticilik yapmıştı.
Said-i Nursi’nin kurduğu Nurculuk tarikatının/cemaatinin en büyük kolunu yöneten Fethullah Gülen, aslında liderinin yolundan gidiyordu. Said-i Nursi de, Türk modernleşmesinin kilometre taşlarından 1908 Devrimi’nden sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nda, İttihad-Terakki yönetimine karşı ayaklanan şeriatçı Derviş Vahdetti’den icazet almıştı.
Said-i Nursi, Kıbrıslı bir şeyh olan Derviş Vahdetti’nin Volkan gazetelerinde yazılar yazmış, 13-14 Nisan 1909 tarihindeki bu gerici ayaklanmaya katılmış (isyan Rumi takvimle 31 Mart 1325′te başladığı için olay ’31 Mart Vakası’ diye bilinir), isyan bastırıldıktan sonra sürgüne gönderilmişti. Derviş Vahdetti’nin, o dönemde Kıbrıs’ı elinde tutan İngilizlerle ilişkili olduğu, dahası 31 Mart isyanının İngiliz istihbaratı tarafından yönlendirildiği güçlü bir iddia olarak ortaya atılmıştı. Nitekim, isyan bastırıldıktan sonra, yapılan yargılamalar sırasında İngiltere resmen suçlanmıştı.
İsyancıların tasfiye edilmesinin ardından tahtan indirilen Padişah Abdulhamit bile, 31 Mart’ı teptipleyenlerin İngilizci Kamil Paşa’nın oğlu Sait Paşa ve Prens Sabahattin yanlızı İsmail Kemal olduğunu söylemişti.
Gelenekte bu vardı! Kendi ideolojik-siyasal projelerini (şeriatı) hayata geçirmek için gerektiğinde batılı emperyal güçlerle işbirliği yapmak…

Ilımlı İslam’ın Yeşil Kuşak’tan farkı

Ilımlı İslam projesini, Soğuk Savaş yıllarındaki yine ABD patentli olan ve Sovyetler Birliği’ni Güneyden kuşatmayı amaçlayan “yeşil kuşak” stratejisi ile karıştırmamak gerekiyor.
Çünkü, “yeşil kuşak” siyaseti, radikal ya da ılımlı olduğuna bakılmaksızın her İslami harekete, anti-komünist olmak şartıyla sınırsız destek verdi. Sönümlenmeye başlayan İslami duyarlılıkları besledi, büyüttü, örgütledi ve kışkırttı. Çoğu ülkede İslamcıların ellerine silah verdi, onları donattı. (El-Kaide bu tip örgütlerden sadece biridir.) Onları bir soğuk savaş gücü olarak hazırladı ve iç savaş aygıtı olarak şekillendirdi.
Ilımlı İslam projesi ise, Müslüman dünyayı bölmeyi, kendisine yönelik politik bir tehdit haline gelen radikal İslamı yalnızlaştırmayı ve ezmeyi amaçlıyor. Bu nedenle, söz konusu projenin ilk sonuçları, dünyada ve Türkiye’de radikal İslamın ezilmeye çalışılması olacaktır.
Diğer taraftan; ılımlı İslam projesinin Türkiye bakımından önemi ise çok yönlüdür. Çünkü; Türkiye’nin kısa ve orta vadede politik yapılanmasını, toplumsal hayatını ve kültürel şekillenmesini derinden etkileme potansiyeline sahiptir. Bu emperyal proje, Türkiye’de rejimin ve toplumsal yaşamın niteliği, rengi ve geleceği ile ilgili bir çatışmanın yolunu döşemiş ve bugün ülkeyi, derin bir krizin eşiğine getirip bırakmıştır.
Bu boyutu ve özelliğiyle, Türkiye’nin bugün yaşadığı gerilimin 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 krizlerinden hem nitelik olarak hem de çatışan güçlerin dizilişi bakımından çok farklı olduğunu görmek gereklidir. Kaldı ki nitelik farkı, kaçınılmaz olarak bölünmenin karakterini de belirlemektedir. Türkiye’nin, kırılmalara uğrasa da, 80 yıllık cumhuriyet birikimi/deneyi ile geleceği ya da gelecekteki niteliği arasında yaşanan bir gerilimdir bu.

II. BÖLÜM

Türkiye’nin yeni ‘Fetret’ dönemi

Bilinmeli ve beklenmelidir ki, “ılımlı İslam” projesinin Türkiye’de gerçekleştirilmesinin çeşitli güçlükleri bulunmaktadır.
Öncelikle söylenecek şey şudur; Soğuk Savaş döneminde sola karşı bir kalkan olarak kullanılan İslamcı hareketler, devlet tarafından korunup kollanırken artık böyle bir ihtiyaç yok. Türkiye’nin cumhuriyetçi geleneğe sahip güçlerinin yanısıra, komünizmin bir tehdit olmaktan çıkması nedeniyle batıcı Türkiye elitinin önemli bir kesimi de bu projeye, en hafif deyimiyle sıcak bakmıyor.
Bugün Türkiye’nin eğemen güçleri arasında bir yön ve program farklılaşması oluşmuş durumda. Toplum ise yön duygusunu yitirmiş ve şaşkın.
Ayrıca, ortada çok daha önemli bir güçlük var; bütün sorunlarına karşın, Türkiye laikliği büyük ölçüde içselleştirmiş ve bu yönde gelenek oluşturmuş bir ülke. Şiddetli bir iç politik çatışma yaşamadan bu projeyi gerçekleştirmek çok zor.
Türkiye, deyim uygunsa bugün yeni bir “fetret” dönemi yaşıyor. Ülke, tıpkı 1402 Ankara Savaşı yenilgisinden sonraki Osmanlı Devleti gibi (Yıldırım Beyazıd’ın Özbek Hakanı Timur Lenk’e yenildiği ve esir düştüğü savaş) ülke şehzadeler arasındaki bir iktidar mücadelesine sahne oluyor.
Başka bir anlatımla, merkezi otoritenin zayıflaması ve Türkiye eliti arasında yaşanan yön ve program farklılaşması sonucu ülkede bir iktidar parçalanması/dağılması yaşanıyor. Farklı güç ve iktidar odakları ortaya çıkıyor ve etkinlik alanlarını genişletmeye çalışıyor.
Bunun anlamı şudur; Türkiye’nin tepesinde bugün bir kurumlar savaşı yaşanıyor. Hükümet ve Meclis çoğunluğu; Cumhurbaşkanlığı, Yüksek Yargı, Üniversiteler ve Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ile çatışıyor. Polis, TSK’ya ve yüksek yargıya karşı hükümetin emrinde örtülü operasyonlar yapıyor. Her güç odağı, bütün iktidarı eline geçirmek için kıyasıya bir mücadeye girmiş durumda.
Tarihin ortaya koyduğu gibi, fetret dönemlerinin kalıcı olması ve çok uzun sürmesi doğası gereği mümkün değildir. Ya güçlü bir şehzade çıkacak ve diğerlerini tasfiye ederek bütün iktidarı elinde toplayacaktır -ki Osmanlı’da da böyle olmuş ve Mehmet Çelebi diğer şehzadeleri/kardeşlerini yenerek iktidara egemen olmuştur- ya da bu süreç, ülkede bir dağılma ve çözülmeyle sonuçlanacaktır.
İşte Türkiye böyle bir eşikte ve ülke şiddetli bir çatışmaya gebedir. İktidar savaşının taraflarından biri olan AKP’nin yanında, onunla ittifak halindeki Fethullah Gülen örgütü de bulunuyor. Devleti ve toplumu içeriden fethetmeye çalışan sinsi bir strateji izleyen F. Gülen ekibi, ABD’yi de arkasına almış görünüyor. Dolayısıyla ABD, ılımlı islam projesine destek verdiği sürece -ki kısa vadede bu desteğin süreceği anlaşılıyor- etkili olmayı sürdüreceklerini görmek gerekiyor.

Uzlaşma mümkün mü?

Çatışma ve kırılma kaçınılmaz. Kaçınılmaz çünkü, “ılımlı İslam” projesinin gerçekleştirilmesi için, Cumhuriyet’in kurucu ilkelerinin en azından sorgulanarak yumuşatılması ve revize edilmesi zorunludur. Bu girişimin sonucu, bir “ortalama” alınması demektir. O nedenle, İslamcı yazarların yanısıra kimi “alık” liberaller de sık sık Türkiye’de “bağnaz bir laiklik” olduğunu ve bunun yumuşatılması gerektiğini yazıyorlar. Ancak, her “ortalama” tarihsel ve kategorik olarak bir gerileme demektir. Başka bir anlatımla, “ortalama almak” laiklik ve cumhuriyetin başlangıç ilkelerinde bir kırılma anlamına gelir ki, bu da şiddetli bir gerilimi bereberinde getirir.
Ancak, bugün bir “uzlaşma” diye sunulacak ve “millet-devlet barışması” adına savunulacak ortalama alma girişimi, Türkiye’yi bir Suudi Arabistan ya da İran yapma projesi değildir. Bunun tarihsel, demografik ve kültürel nedenlerle mümkün olmadığı bilinmektedir. Ancak, tıpkı Pakistan gibi, Türkiye’nin de süreç içinde bir Malezya veya Endonezya haline getirilmesi, bu çevreler tarafından mümkün görünmektedir. Hedef büyük ölçüde budur.
İşte AKP ve Fethullah Gülen hareketi; yapısı, kaynakları, kapitalizme ve batıya uyum kapasiteleri, ideolojik ve kültürel dokusu ile bu proje için en uygun araç olarak öne çıkmaktadır.
Dolayısıyla içinde bulunduğumuz dönemde, düşük yoğunluklu bir islamizasyon sürecinin yaşandığını söylemek; en azından ABD ve Batı’yı arkasına alan AKP hükümetinin ve Fethullah Gülen örgütünün bunu zorlayacağını tahmin etmek, yüksek bir gözlem gücünü gerektirmemektedir. Bu nedenle, önümüzdeki dönemi, daha da sertleşecek laiklik tartışmaları ve toplumsal gerilim ortamı içinde geçirmek sürpriz olmayacaktır.

Bütün iktidarı istemek!
ABD ve Batı’ya yaslanarak Türkiye’deki iktidar alanını genişletmeye çalışan, başka bir deyimle kendi adına “fetret” durumuna son vererek bütün iktidarı ele geçirmek isteyen AKP hükümeti, çok açık ki, bu projeye dört elle sarılacaktı. Kaldı ki, başka bir seçeneği de yoktu.
Nitekim, bugünlerde yapılan bütün meslek birliklerinin kongrelerinde AKP’nin ayrı liste çıkarması, bu operasyonun bir parçasıdır. Bürokrasideki kadrolaşma ise net bir işarettir.
Çünkü AKP ve F. Gülen ekibi, ancak ABD ve Batı’yı arkasına aldığı taktirde tam anlamıyla iktidar olacağını, kısmi de olsa, bir islamcılaştırma projesini gerçekleştirerek tabanını tatmin edeceğini hesaplamaktadır.
Ancak, AKP hükümetinin 4 yıllık icraatına bakıldığında, ülke içindeki güç dengeleri ve konjonktür kendi lehine olmadığı zamanlarda geri çekildiği ve esnek davrandığı görülüyor. Diğer kurumlarla sürekli olarak kavga eden, güç denemesine girişen AKP’nin, esas olarak kendi iktidarının alt yapısını kalıcılaştırmaya (hükümet etme alanını genişletmeye) çalıştığı izleniyor. Tipik bir fetret dönemi refleksi denilebilir bu politikaya.


ABD desteği devam edecek mi?
ABD’nin neo-klasik imparatorluk projesinin Irak ve Afganistan’da batağa saplanmasından sonra, “teröre karşı cephe ülkesi” olarak tanımladığı Türkiye’deki “ılımlı İslam” projesine, eskisi gibi yüksek destek vermeyi sürdürüp sürdürmeyeceği ayrıca tartışılmalıdır.
AKP hükümetinin ABD ile imzaladığı ve Türkiye’yi Washington’un bölge siyasetlerine (GOP’un hayata geçirilmesi vb.) eklemleyen yeni “Vizyon Belgesi” bu desteğin ömrünü şimdilik uzatmış görünüyor.
Ancak, Mısır, Ürdün ve Filistin’de yapılan seçimler ile Suudi Arabistan’daki (tuhaf bir durum ama) daha sert bir islami muhalefetin varlığı, ılımlı islam projesinin radikal islamı geliştirdiği gibi bir kanaatin yaygınlaşmasına, dolayısıyla ABD’deki bazı fikir kuruluşlarında (Amerikan Girişim Enstitüsü gibi) bu projeye daha temkinli yaklaşılmasına yol açtığını da unutmamak gereklidir.
Bugün, ABD’de ılımlı islama verdiği destek konusunda bir kararsızlık yaşanmaktadır. Bu kararsızlık, hem AKP hükümetinin geleceğini hem de bölgede yaşanacak politik gelişmelerin karakterini etkileyecektir.
Merdan YANARDAĞ
2007-04-25