Wikipedia

Arama sonuçları

31 Aralık 2014 Çarşamba

Türklerde Noel ve Noel Baba

Türklerde Noel ve Noel Baba

“Ünlü Rus arkeolog ve araştırmacılarından özellikle Okladinikov, S.İ Rudenko ve Kazak alim A. Margulan’ın araştırmaları incelediğimizde Türk Kültürünün kökenlerini ve bu Kültürün batıya etkisini görebiliyoruz. Bu araştırmalardan yola çıktığımızda, yalnızca “Noel Baba“ inancının değil, bugün Hıristiyanlara ait kabul edilen pek çok dini ritüel ve inancın Türkler tarafından batıya armağan edildiğini görüyoruz. Mesela bakınız eski çağlardan itibaren çam ağacı Türklerde kutsal ağaç sayılmıştır. Bu durum, Sibirya’da yaşayan diğer halklar için de aynı olmuştur. Bu ağaç evin içine sokulmuş, ağacın etrafında Şamanlar ayin yapmış ve kötü ruhları evlerden kovmuştur. Bu ritüel, Sibirya’da Şamanist diye adlandırılan gayri müslim Türk Halklarında hala yaygın olan bir ritüeldir. Hıristiyanlıkta çam ağacı, geyik, Noel Baba ve Hediyeler önemli yer tutar. Bu kavram ve sembollerin tamamı eski Türk Kültüründen alınmadır.”


“Ülgen Tanrısal bir varlıktır”

Erhan Arıklı, Türk kültürünün Hıristiyanlığa armağan ettiği ritüeller hakkındaki konuşmasını şöyle sürdürdü:

“Eski Türk Kültüründe “ÜLGEN” diye uhrevi varlık kavramı vardır. Ülgen, Tanrısal bir varlıktır. İyiliğin sembolüdür. Onun karşısında ki şeytani varlık ise “ERLİK” tir..Eski Türk efsanelerine göre, pahalı kaftan giymiş ihtiyar Ulgen, evin çatısına kadar yükselen muazzam çam ağacının bittiği bölgede bulunmaktadır.

Eski Türk efsaneleri Ulgen’le ilgili bir çok şeyleri koruyarak günümüze kadar ulaştırmıştır. O, tüm mevsimlerde bembeyaz uzun sakalı ve kaftanı ile dolaşır. İyi ruhların başı olan Ulgen altın köşkte oturarak güneşi ve ayı yönetir.

25 Aralık’ta, gece ile gündüz arasında uzun ve çekişmeli mücadeleden sonra gündüzün galip gelip güneşin eskisinden daha fazla yeryüzünü aydınlattığı gün olan 25 Aralık’ta eski Türkler, Ulgen’e dualar ederlerdi.

Türkler Gök Tanrı inancını kabul ettikten sonra dahi, 25 Aralık’ı yılın en büyük bayramı-Tanrı’nın doğuş günü olarak kutlamışlardı. Avrupa’ya giden Hunlar da 25 Aralık tarihini bayram olarak kutluyordu. Türklerin bu milli bayramı ,daha sonra Batı Kültürüne geçti ve daha sonra da Hıristiyanlaştı.

Netice itibari ile 25 Aralık’ta Türkler, Ülgen’i beklerlerdi. Geyiğe binmiş Ülgen evin bacasından içeri girecek ve çam ağacına hediyeler koyacaktı. İşte Avrupa’nın Noel Baba dediği kişi aslında Ülgen Ata’nın değişik bir versiyonudur..

Şimdi bakın Hıristiyanlar, 25 Aralık’ta Noeli kutuluyorlar. Oysa 25 Aralık tarihinin Hıristiyanlıkta hiçbir kutsallığı yoktur. Hz. İsa’nın doğum tarihinin 6 Ocak olduğu iddia edilmektedir. Peki, 25 Aralık nereden çıktı?

“Kaftan, Börk ve Çizme, Batı kültüründe ne arar?”

Şimdi Noel Baba olarak resmedilen kişiyi bir gözünüzde canlandırın. Uzun kaftanı, ayağında çizmesi ve başında börkü olan Noel Baba’nın üzerindeki hangi giysinin Avrupa ile ilgisi vardır. Kaftan, Börk ve Çizmenin Batı kültüründe ne işi var. O dönemlerde Avrupa erkekleri etekli elbise giyiyordu. Ayaklarında ise sandalet vardı. Pantolon da Türk Kültürünün Batıya armağanıdır. Atı ehlileştiren Türkler, ona binecek en uygun kıyafet olarak pantolonu icat ettiler. Milattan yüzlerce yıl önce ecdadımızın çizdiği bütün kaya resimlerinde Türkler, pantolonlu olarak resmedilmiştir.”

“Biz kendi kültürümüzü bilmiyoruz”

Türk Kültürünün Hıristiyanlığa etkisinin sadece Noel Baba ile sınırlı olmadığını da söyleyen Prof. Dr. Erhan Arıklı, “Biz kendi Kültürümüzü bilmiyoruz. Elimizdeki bilgilerin çoğu da yabancıların bize ikramı. Türk Kültürünün yaşandığı yerler olan bölgeler, eskiden SSCB içerisinde idi. Bu dönemde yapılan araştırtmalarda “Türk” adını kullanmak sakıncalı idi. Onun için Okaldinikov ve Rudenko gibi büyük araştırmacılar sansür korku ve baskısından dolayı çalışmalarında Türk Kültürü yerine “Altay Kültürü vs.” gibi tabirler kullandılar hep” diye konuştu.

Arıklı, sözlerini şöyle sürdürdü:

“4.yy a kadar Hıristiyanlığa ait dini ritüel ve hatta inanç diyebileceğimiz ciddi bir olgu yok. Açın İncilin tek bir satırında dahi Haç -İstavroz çıkarmak ritüeli yoktur. Ayin yapılan yer veya Kilise kavramı da yoktur Hıristiyanlığın kutsal kitabında. Hatta daha ileri giderek söyleyeyim 5.yy ın sonlarına kadar bir Hıristiyan akaidinden, inanç esasından dahi bahsetmek mümkün değildir. Şimdi size bir komediyi anlatayım. 325 yılında Ekümenik Konsey toplantısında da İmparator Konstantin, İsa Mesihi Tanrı ile eşit tutmayı emretti. 451 yılında ise Halkidos Konseyi ikii inancı ret ederek ona birde kutsal ruhu ekledi ve böylece “Teslis” inancı oluştu. Oysa 268 yılında Antiohiy Konseyi bu tip tartışmaların dinden sapma olduğunu söyleyerek ret etmişti.

“Haç da Tüklerin semboldür”

İşte Hıristiyanlığın siyasetinde etkisi ile bir din haline geldiği o dönem, Atilla ile birlikte Türklerin Avrupa’yı kasıp kavurduğu dönemdir.. Avrupalılar kendilerini istila eden bu güçlü Türk Kültüründen öylesine etkilenmiş ve onları öylesine taklit etmişlerdir ki bilahare onlardan aldıkları bu şeyler, hayatlarının ve dinlerinin vazgeçilmez unsuru haline gelmiştir. Öyleki bu inanaç ve sembolleri nereden aldıklarını sorgulamamışlardır bile. Mesela bu gün HAÇ, Hıristiyanlığın en temel sembolüdür. Oysa Haç, Hıristiyanlıktan yüzlerce ve hatta binlerce yıl önce Türk coğrafyasında, Altaylar’da Sibirya’da bir sembol olarak kullanılıyordu. Bu gün dahi milattan yüzlerce yıl öncesine ait pek çok mezar ve kurganın üzerinde “Haç” sembolü bulunuyor. Atilla, Avrupa’ya gelirken onun bayraklarından birisi de Haçlı bir bayrak idi. “Eş Kenarlı Haç” Türklerin KEREY boyunun sembolüydü. Atilla da bu boydandı. Ünlü Rus araştırmacı Okladinikov’a göre Haç işaretli bayraklar Türklerde Milattan biraz önce kullanılmaya başlamıştır.”

Lena nehri kıyılarındaki Şiskino köyündeki kaya resimlerinde, ellerinde bayraklar tutan, üzengiler kuşanmış atlı askerler tasvir edilmiştir. Bu tasvirlerde süvari giysilerinin ufak detayları bile çizilmiş durumda. Bu süvarilerin ellerindeki sopalarda bayrak tuttukları görülüyor. Bu Kaya resimlerinden anlıyoruz ki Türklerde Bayrak sembolü nerdeyse 3000 yıl öncelerine dayanıyor. Avrupa da bayrak sembolünün başlaması ve yaygınlaşması Türklerin Avrupa’da görülmesinden sonra olmuştur.”

”Hıristiyanlık İnancı Üzerine Türk Kültürünün etkisi” konulu son çalışmasında, bu tarihi gerçekleri tüm açıklığıyla ele aldığını anlatan Arıklı, çok çarpıcı bir örnek daha verdi. Kilise kelimesinin ve kavramının Türkler Avrupa’ya gidinceye kadar Avrupa’da olmadığına dikkat çeken Arıklı, “Eski Türkler, dağlara kutsiyet atfederdi. Özellikle 4 dağın zirvesi çok kutsaldı Türkler için. Bunlar; Tibet civarındaki Kaylasa, Kırgızistan civarındaki Han -Tengri, Altay bölgesindeki Üc Sümer, ve Borus zirveleri. Türkler periyodik zamanlarda bu zirvelere çıkar ve ayin yaparlardı.Bu zirvelerde avlanmak bile yasaktı.

Bozkır’da yaşamaya başlayan Türkler, dağlara olan saygılarını eksik etmemişlerdir. Öyle ki düz arazilerde kutsal dağların benzerlerini yapmışlardı. Höyükler (kurgan) oluşturmuş ve bunların etrafına toplanarak ibadetlerini gerçekleştirmişlerdi. Türkler etrafında ibadet yaptıkları bu höyüklere o dağların adını da veriyorlardı. Bana göre “Kaylese Höyükleri” Hıristiyanlıkta Kilislerin oluşumuna öncülük etti” diye konuştu.

Arıklı sözlerini şöyle tamamladı:

“Bizim bu tezlerimize itiraz edenler, Türklerle karşılaşıncaya kadar niçin Avrupa’da ve Hıristiyan dünyasında Noel Baba, Çam Ağacı, Haç, Kilise, vs. gibi kelime ve kavramların kullanılmadığını ve niçin Türklerle karşılaşıldıktan sonra kullanılmaya başlandığını da açıklamak zorundadırlar.

Ben Noel Baba veya Haç gibi kavramlar eski Türk Kültüründen Batıya geçmiş derken, bu kavramların artık Hristiyan kültürünün bir parçası olduğunu inkâr etmiyorum. Sadece kaynağına işaret ediyorum. Bizden alınan bu kavramlar artık bize yabancıdır. Bizi düşman ya da en hafif tabiri ile rakip gören başka bir dinin kültür öğesidir. Ben, sadece gerçeklerin ortaya çıkmasına katkı koymaya çalışıyorum .İnsanımız kompleks içerisinde. Bizler Tarihimize inmeli ve geçmişimizle yüzleşmeliyiz. Tarihimiz ve Kültürel derinliklerimiz, başka Milletleri ürkütecek boyutta. SSCB yıllarca Türk Kültürünün araştırılmasına engel oldu. Şu anda Çin aynı şeyi yapıyor. Çin’deki Türk Piramitleri üzerinde araştırma yapılmasına müsaade edilmiyor. Oysa geçmişimiz bu coğrafyada gizli. Milyonlarca tarihi belge gün yüzüne çıkarılmayı bekliyor. Türk tarihi tam aydınlatıldığında sanırım dünya tarihini yeninden yazmak gerekecek.” Gazete5

(Alıntı)

22 Aralık 2014 Pazartesi

SİVİL İNSİYATİF


SİVİL İNSİYATİF

                                                                     Kapitalist zihniyetin babası Adam Smith’dir. O, ekonomik hayatın sürekli devlet tarafından yönlendirildiği bir süreçte adını duyuran bir ideologdur. Malum bu süreçte Amerikan ihtilalı, Fransız ihtilalı ve buhar makinesi keşfi derken, sanayi inkılâbı baş göstermişti. Bilindiği üzere İngiltere’de ekonomi devlet kontrolündeydi, ama asiller yönetimi ellerinde tutuyordu. Ancak sanayinin gelişmesiyle birlikte alternatif yeni bir sınıf daha doğar, bu sınıf sanayici ve tüccarlardan oluşacak hür teşebbüsten başkası değildi.  İşte tamda bu sıralarda konjonktüre uygun Adam Smith'in “Bir milletin zenginliği ancak bireyleri serbest bırakmaktan geçer” sözleri bu oluşumun sesi olur da. Her ne kadar bu sözler filizlenmeye yüz tutmuş burjuva sınıfının ruhuna tercüman olsa da gerçekte  “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” şeklinde ifade edilenkapitalistmantığın genel çerçevesini yansıtan sözlerdi bu.

            O yıllarda felsefi tartışmalar hızla devam ederken kitlelerde iyi bir hayat standardına kavuşmak hayaliyle sürekli ekonomik mücadele içinde habire didinip duruyorlardı. Aralarında konuştukları tek konu ise enflasyonun ortaya koyduğu onarılmaz yaralardı. Tabiatıyla bu konular ardı ardına konuşuldukça kitlelerin devlete olan güveni azalır da. Bu durumda güven bunalımı yaşayan kitleler kurtuluşu ideolojilerde arayıp kimilerine Adam Smith’in fikirleri ilaç gibi gelir de.

       Anlaşılan komünizm, liberalizm ya da diğerleri fark etmez kriz ortamlarından doğmuş ideolojilerdir. Malum, komünizm yoksulların feryatları üzerine kurgulanmış bir akım, kapitalizm ise bireyler arasında daha çok zenginleri gözetleyen bir akımdır. Sonuçta her iki akımın söylemleri farklı olsa da hedefe varmak için uyguladığı metot zinciri aynıdır. Zira her ikisi de sanayi çağının doğurduğu bir takım sancılar sonucu ortaya çıkmış akımlardır. Sanayi çağının ürettiği geçiş sancıları her iki akımı da meşhur etmiştir.  Gerçekten de o yıllar zor yıllardı, bir kere alışılmış bir düzenden başka bir düzene geçiş söz konusuydu.  Böyle bir ortamda bunalmış kitleler elbette ki denize düşen yılana sarılır misali kurtuluşu ideolojilerde arayacaktır.  Nitekim duyguları istismar edecek stratejiler tutar da.  Zira Karl Marks yoksulların duygu selini istismar etmiş, Adam Smith ise zenginleri. Her ikisi de toplumun tüm kesimlerini değil, bir dilimi temsil etmişlerdir, yani sınıfçıdırlar. Zaten toplumu sınıf sınıf ayırmak ideolojilerin içine düştüğü bir çukurdur,  bir kere ayırımcılık genlerine işlemiş, isteseler de bu çukurdan çıkamazlar. Allah'tan bu ayırımcı sınıfçı anlayış bizim toprağımıza tam sıçramamış. Belli ki bizim kültür kodlarımızda sınıfçı anlayışa yer yoktur, bu yüzden sınıflaşma bize yabancı bir kavramdır. Osmanlıya baktığımızda bırakın sınıflar arası tezadı, milliyetler tezadı bile görülmemiştir. Osmanlıda çokluk içinde birlik ilkesi esastır. Asla toplum tabakalarında ayırıma yol açan kalın çizgilere yer verilmez. Hatta bizim topraklarda derebeyilik, feodalite yapısının izlerine de pek rastlanmaz.  Zira merkeziyetçi sistemimiz bu tür sınıflaşmaya geçit vermeyecek yapıdadır. Merkeziyetçi yapı derken bugün bazı ülkelerde sıkça gördüğümüz totaliter yapılar değil elbet, tam aksine merkeziyetçi yapı içinde kesretten vahdete bir nizamımız söz konusuydu. Bakmayın siz bazı çevrelerin Padişahların astığı astık, kestiği kestik şeklinde dillerine doladıkları sözlerine,  bu tamamen iftiradır. Tarihin bütününe baktığımızda padişahların tek başına karar merci olmadıkları görülecektir. Kaldı ki hakanlarımızı dillerine dolayanlar her nedense birçok batı ülkesinde kralların gölgesinde işleyen taçlı demokrasiyi görmezden gelirler. Örnek mi istiyorsunuz,  işte İngiltere bunun en çarpıcı örneği.

            Şurası muhakkak, Adam Smith’in açtığı çığır daha çok Avrupa’da yankı bulmuş ve onun önderliğinde ferdiyetçilik tek birim, tek değer kabul edilmişti. Hatta bugünkü şirketleşme, tekelleşme, tröstleşme ve monopolleşmenin temelinde bile Adam Smith’in tetiklediği fikirlerin büyük etkisi var. Derken kapitalizm bireyin çıkarlarını ön plana alan bir sistem olarak zihinlere kazınır. Bu sistemde varsa yoksa birey egosunu tatmin etmek esastır. Ancak bireysel egoları gözetleyen bu sistem insanlar arasındaki dayanışmayı da yerle bir etmiştir. Hatta egonun tavan yapması vahşi kapitalizmin bir ürünüdür. Bireyin bireye hâkimiyet kurmasını ilke edinen bu ruh bugünde dünyayı çepeçevre kuşatmış durumda. Öyle ki,  Türkiye’de bir takım kapitalistler efendilerinden daha keskin kapitalist savunucu olabiliyorlar. Bilhassa bu yılmaz müdafaacılar eğrisiyle doğrusuyla batı’ya ait her ne varsa baş tacı edinip efendilerine taş çıkartmışlar bile.  Bu da yetmez ithal ettikleri reçetelerin muhtevasının ne olduğunu tam analiz etmeden ülkemize tatbik etme sevdasına kapılmışlardır. Ne var ki şu basit kuralı bile bilmezler; bir fikir ne kadar güçlü olursa olsun, şayet uygulayacağınız fikir toplumun dinamikleriyle bağdaşmıyorsa o toplumda yer edinmesi mümkün değildir. Belli ki, onların tek anladıkları kural; efendilerine kayıtsız, şartsız itaat edip uşaklık etmektir. Bir kere Tanzimat bu izni onlara vermiş,  isteseler de bu sevdadan vazgeçmezler. Tanzimat bir anlamda batı akımının yurda giriş kapısıdır. Bu açılan kapının ne demek olduğunu en iyi sezende hiç kuşkusuz Abdülhamit Handır.  Dahası o hürriyet, eşitlik, adalet gibi güzel kavramların bir kılıf olduğunu sezmekle kalmamış Osmanlıyı çökertmeye yönelik bir plan olduğunu kestiren Ulu Hakanımızdır. Sonunda tarih onu haklı çıkarır da, ama iş işten geçmişti. Tanzimat, I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet vs. derken kendimizi I. dünya Savaşı’nın ortasında bulduk. Özetle İttihatçılar o yıllarda birçok maceralara girerek başımıza bin bir çorap örmüşlerdir.

       Nasıl ki liberalizm Tanzimat dönemiyle başlayan bir moda akımsa, Cumhuriyet dönemine geldiğimiz süreçte özellikle 1970’li yıllarda sosyalizm moda olmuştu. Belli ki liberalizmden umduğunu bulamayanlar bu kez sosyalizm’i tek kurtuluş reçetesi görmüşler. Neyse ki bu sevda da uzun sürmez. Soğuk savaş döneminin sona ermesiyle birlikte Sosyalizm tüm dünyada çöküş sürecine girince ister istemez yeni bir kartvizite ihtiyaç duyulur. Şimdilik bu ihtiyaç yeni bir ideoloji çıkana kadar Kemalizmle giderilecek gibi.  Ne diyelim onlara Kemalizm’le oyalanadursunlar, artık yenidünya düzeninde sivil toplumun ayak sesleri daha ağırlıklı değer gibi gözüküyor. Bakın,  Thoreau'nun “En iyi hükümet hiç hükümet etmeyendir”  sözleri bunun ilk işareti. Hatta bu noktada diyebiliriz ki Henry David Thoreau  “Sivil itaatsizlik” eseriyle komünizm ve vahşi kapitalizmden bunalmış kitlelere umut ışığı olur da.  Ve şöyle der: “En iyi hükümet, insanları en çok kendi başına bırakandır. Önce insan, sonra bir devletin tebaası olmalıyız. Kanuna saygıdan daha çok haklara saygıyı geliştirmeye çalışmalıyız.”  Tabii bitmedi, dahası var, der ki;  “Bütün seçimler tıpkı satranç gibidir, doğru ve yanlışla ahlâki meselelerle oynanan bir oyun. İnsan yığınlarının eylemlerinde pek az faaliyet mevcuttur. Eğer hükümet sizi başkasına haksızlık yapmaya alet ediyorsa yapılması gereken şey alet olmamandır.” Ve ekliyor; “Mutlakıyetçi monarşiden sınırlı bir monarşiye, sınırlı bir monarşiden demokrasiye doğru ilerleme insana karşı hakiki saygı yönünde bir ilerleme demektir. Devlet ferdi tanımadıkça, otoritesini ondan almadıkça aydınlık bir ülkeden hiçbir zaman söz edemeyiz.” İşte bu ifadelerden görüyorsunuz buram buram “Sivil inisiyatif” yaklaşım seziliyor, yani birey devlet için değil, devlet birey için var ilkesi ön görülüyor, dahası bu akıl dolusu sözlerde insan vicdanı daima devletin en yüce rehberi olmalı kaidesi esas alınmakta. Aslında Thoreau’nun açtığı bu düşünce liberal mantıktan çok farklı, Osmanlı anlayışına çok daha yakın dersek yeridir. Zira Osmanlı padişahları kendi efendiliğini tebaanın huzurlu olmasında buluyordu. Tebaanın mutsuzluğundan kendilerini köle hissediyorlardı. Kanuni Sultan Süleyman'ın “Bir memleketin hakiki efendisi reaya (halk)dır” sözleri bunu teyit ediyor zaten. Bu yüzden Panait Istrati; “Dünyanın en hür diyarı Osmanlı ülkesidir. Tanrıya ve padişaha çatmadıkça orada her şey yapmak serbesttir” der. Bu ifadeler gayet açık Osmanlı hür iradesiyle sivil inisiyatifini ortaya koyabilecek toplum pozisyonda olduğu fark edilir.    Bir kere Osmanlı anlayışında iktidar ve servet doğru orantılıdır. Bireyin refah seviyesi arttıkça zenginliğin de o oranda artacağı kanaati hâkimdir.  Osmanlı toplumunda ulemanın görevi din, yargı ve eğitim hizmetleri, reaya’nın malum üretim faaliyeti ve vergi ödemektir. Bu arada Osmanlı sistemi içinde yer alan esnaf loncaları da tüccarların tekelleşme eğilimlerine geçit vermeyecek tarzda organize olmuş sivil müesseseler olup, bu sayede kapitalist oligarşinin doğmasına engel olunmuştur.

            Bir diğer dikkat çeken isim Mahatma Gandhi'dir elbet. Malum o da  “Sivil itaatsizlik” tabirini benimsemişti. Hatta Sivil itaatsizlik Mahatma Gandhi’nin elinde  “Pasif direnişin kutsal kitabı” haline dönüşür bile. Nasıl dönüşmesin ki,  Gandhi bu uğurda G. Afrika’da kalıp, ömür boyunca General Jan Smuts yönetimine karşı mücadele vermiş öncü bir şahsiyettir. Hele hele sivil itaatsizlik programları ülke genelinde etkisini hissettirdikçe yıldızı parlar da. En nihayet Başbakan Smuts ve hükümeti tabandan gelen sesler karşısında Hintlilerin taleplerini kabul etmek zorunda kalır.  Derken tarihler 1914’ü gösterdiğinde Gandhi Hindistan’a dönüşü gerçekleşir. Ancak yine de ortalık süt liman değildir, ta ki bir Hintli suikastçı tarafından öldürülünceye kadar sivil inisiyatif direnişine devam eder de. Evet, 1948 yılı sivil direniş güçler için kayıp bir yıldır.  O artık bu dünyadan göç etmiştir. Ama hala o insanlığın hafızasında Hindistan ve Pakistan’a özgürlük kazandıracak süreçte sivil inisiyatif direniş ruhunu diri tutan tek öncü lider olarak yaşamakta.  Düşünsenize sivil itaatsizlik metodu onun döneminde işlerlik kazanmış tek meşaledir. Öyle bir meşale ki, sivil inisiyatif hareketi tüm ateşli silahları tesirsiz bırakacak güç olur da. O’nun başlattığı “Sivil itaatsizlik” prensibi yıllardır yöneticilerin baskısı altında inim inim inlettikleri ülke halkların zihninde “Sivil inisiyatif” bilincinin aralanmasına ve bir takım hakların demokratik yollardan alınabileceği cesaretini artırmıştır. İşte Gandhi’nin hayattayken vermiş olduğu bu müthiş sivil direniş hamlesi tüm totaliter ve dikta zihniyetlerin maskesini düşürmeye yetmiştir. Hatta Smuths, sivil itaatsizlik teknikleri karşısında pes edip Hintlilerin isteklerini kabul etmek zorunda kalmış bile.

            Mahatma Gandhi; “En despot idare bile çok defa despot tarafından zor kullanılarak halkın rızası sağlanmadıkça ayakta kalamaz. Halk despotun kuvvetinden artık korkmadığı anda onun kuvveti gitmiş demektir” diyor. Şüphesiz “Sivil itaatsizlik” Thoreau tarafından dillendirilmiş, Gandhi elinde pratiğe geçip mükemmelleştirilmiştir. O’nun sivil itaatsizlik programı şu esasları kapsar: “Dilekçe ile müracaat, uzlaşma, hakem koyma vs.” gibi barışçı yolları kapsar. Şayet bu yöntemlerle neticeye varılmazsa bu seferde grev, işe engel koyma, genel grev, ticari boykot, oturma eylemi, grev vs. tedbirlerin yanı sıra gerektiğinde vergi ödememe gibi teknikler devreye girmeliydi, zaten öyle de olur. İyi ki de bu yöntemler uygulanmış. Nitekim Gandhi bu konuda sosyal adaletsizliğe uğrayan kitlelerin rehberi olup, bu sayede dünyanın birçok yerinde ezilen halklar gücünü, bu tür demokratik yöntemler kullanarak sesini duyurabiliyor. Hiç kuşkusuz Gandhi’nin başlattığı bu sivil inisiyatif direniş mücadelesinden alınacak çok dersler var. İşte bu noktada sözde aydınlar ne kadar batılıysa, biz de Gandhi gibi mazlumlardan yana tavır sergileyecek kadar doğuluyuz. Tabii doğuluyuz demek yetmez, uygulamada gerekir. Zira sivil itaatsizlik sözle değil uygulamayla anlaşılabilen bir olay.  Neyse ki bu hususta her türlü oportünist ve militarist uygulamalara karşı geçte olsa ülkemizde Sivil inisiyatifi çağrıştıran oluşumlara rastlayabiliyoruz artık,   bu durum ümitlerimizi yeşertiyor da.

       Sivil inisiyatif harekat her türlü “Liderlik Sultası”eğilimleri reddetmekle kalmayıp hukuk kurallar çerçevesinde “sivil itaatsizlik”  bilincinin kitlelerce kabulü yolunda uğraş veren bir harekettir.  Bu harekette asla “Milletin efendisi” diye bir çağrıya yer yoktur, tam aksine milletin efendisi milletin ta kendisidir anlayışı hâkimdir. Artık milletle jandarma dipçiği vasıtasıyla ilişki kurulduğu devirler çok gerilerde kaldı,  toplum daha çok tabandan başlayacak gelişmelere kulak vermektedir. Halk tepeden dayatmacı yöntemlerin geçerli olduğu eski Türkiye'ye dönmek istemiyor. Malum eski Türkiye’de yenilik gelecekse de tavandan estirilmek istenmiştir. Oysa tepeden yönlendirmelerle beyinlere ipotek konulduğu gibi dikte ettirilmeye çalışılan reformlar da toplumda karşılık bulamamıştır. Kelimenin tam anlamıyla sembolik yenilikler topluma mal olamadı, sadece bir eli yağda, bir eli balda malum çevrelerin çıkarlarına hizmet eden bir araç olmuştur.

            Toplumun kültürel kodlarıyla oynanmak suretiyle reform yapmaya kalkışmak her zaman sıkıntı doğurmuştur. Dolayısıyla sivil inisiyatif programlarının en iyi şekilde hayata geçebilmesi için toplumun değer yargılarını göz ardı etmemek gerekir. Bu da yetmez, çok sesliliğe giden kanalları ardına kadar açmakta gerekir. Neyse ki ülkemizde televizyon kanallarının çoğalmasıyla birlikte insanımız “tek sesli” yönlendirmelerden kurtulmuştur.  Artık toplum çok seslilik sayesinde bütün gelişmelerden haberdar olduğu gibi gerektiğinde sivil inisiyatif hamlesini ortaya koyabiliyor da.

            Sivil inisiyatif, aslında insanın kalkınmasına yönelik bir hamledir. Kapalı toplumlarda fertler, geleneksel inanç ve değerler sisteminin kıskacından kurtulamadığı içindir yeniliğe karşı duyarsız kalmışlardır. Açık toplumlarda ise gazete, kitap, radyo, televizyon, internet vs. tüm kitle iletişim araçları bir anlam ifade eder ki, bunların toplumun sivil inisiyatifini geliştirici yönde olumlu etkileri olduğu muhakkak. Ki;  kitle iletişim araçları, köy şehir ilişkileri ve eğitim seviyesi toplumun sivil inisiyatifini olumlu yolda etkileyen önemli kaynaklardır. Hatta bu tür kaynaklar topluma “Sivil inisiyatif” ruh kazandırabiliyor. Sivil inisiyatif dinamizminden yoksun toplumlar ise kaderleriyle baş başa kaldıkları içindir psikolojik baskılardan kurtulamıyorlar. Sadece birbirleriyle dayanışma içerisine girmek sûretiyle ayakta kalmaya çalışıyorlar. Elbette ki dayanışma güzel bir şey ama yetmez, sivil inisiyatif güçte olmak icap eder. Aynı şey modern hayat içinde geçerli, büyük kalabalıklar içerisinde bireyi yalnız bırakıp ruhsuzluğa terk ettiriyorsan o modernlik neye yarar ki.  Kaldı ki büyük topluma geçişte her şeyi paraya indirgemek kültürel yozlaşmaya kapı araladığından sivil inisiyatif güç olmayı olumsuz yönde etkileyeceği bir vaka. Önemli olan küçük birimden büyük birime doğru ilerlerken geçiş sürecini kültürel politikalarla destekleyip kökü mazide olan âti olabilmektir.  Para olacak, ama maneviyatta olacak. Maneviyat olunca bak o zaman para bizi değil biz parayı esir almış oluruz. Bakın Buharalı âlim Bahâüddîn Şâh-ı Nakşibendî (k.s.) ne diyor: “Bir gün Mina pazarında gördüğüm bir gencin davranışını unutamam. Gence şöyle bir baktım, bir yandan altın satıyor, diğer yandan da paraları sayıyor. Kendi kendime dedim ki:

            “- Şu genç ne kadar dünyaya dalmış.” Ancak sonra o gencin kalbine nazar ettiğimde birde ne göreyim, kalbi “Allah, “Allah” diyor. Bu kez kendi kendime:

            “- Maşallah el kâr’da gönül yâr’da” diye düşündüm.

            İşte O Allah dostu bu ifadeleriyle, bütün insanlığı aydınlatıyor. Bir insan dünya işleriyle meşgul olsa bile Allah’tan alıkoymamalı. Buharalı âlim zat’tan alabileceğimiz en büyük ders; her halükarda maddi ve manevi alanda inisiyatif alıp hayatımızı karartmamaktır.

            Otoriter sistemlerde tek karar fonksiyonu Führer, yani liderdir. Her şey liderin iki dudağı arasından çıkacak cümlelerde gizlidir. Liberalizmde karar fonksiyonu girişken fertlerdir, dikkat edin tüm bireyler değil girişken bireyler diyoruz, yani bu sistemde patronlar avantajlıdır. Malum sivil katılımcılık ve sivil inisiyatif programlarını rehber edinmiş modellerde ise sermayenin tabana yayıldığı, tekelleşmeye geçit vermeyen ilkeler esastır. Doğrusu da bu zaten.  Ama günümüzde gel gör ki;  kitleler işbirliği ile rekabet arasında, keza dayanışma ile çatışma arasında bocalamakta.  Maalesef her geçen gün toplum imajı yerine kişi imajı yer almakta. İşte bu noktada sivil toplum öncülerine çok iş düşmekte.  Biran evvel sivil inisiyatif güçler işbirliği içerisinde tüm çelişkilere son verip grubun bütününü içine alan bir geniş katılım için çaba sarf etmelidir.  Ne komünizmde olduğu gibi ferdin inisiyatifini elinden alan bir sistem, ne de kapitalizm de olduğu gibi bir kaç kişinin menfaatini gözeten bir sistem olmalı. Her iki sistem de milli yapımıza ters. Bilhassa Türkiye toplumu hür ve bağımsız yaşamayı sevdiği için sosyalizm bize yabancıdır.  Hakeza sosyal adalet ve fırsat eşitliğinden yana bir yanımız olması hasebiyle kapitalizm temel dinamiklerimize zıt bir ideolojidir.  Belli ki,  hem hürriyetçi, hem sosyal adaletçi hem de fırsat eşitliğini sağlayan sistemden yana tavır alan bir yapımız var. Bunun adına ister dayanışmacılık deyin, ister sivil inisiyatif, ister sivil katılım ister sivil toplum modeli deyin fark etmez bizim baş tacımızdır.

            Sivil inisiyatif anlayışında toplum yönetimi önemli yer tutar. Herkes bulunduğu iş ve yönetimde söz sahibi olma imkânı verdiği gibi fırsat eşitliği de sunar. Dahası bu modelde yöneticilerle yönetilenler arasında karşılıklı kontrol esastır. Yani aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya bir sirkülasyon söz konusudur. Hatta bu durum karşılıklı güven duygu seliyle etkili kılınır da. Liberalizmde karşılıklı kontrol müessesesi ağı yoktur, “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” mantığı gereği başıboşluk hâkimdir. Sivil inisiyatif programlarında başıboşluğa ve kaosa yol açacak uygulamalara yer verilmez. Bakın Hz. Ömer (r.a.) tebaasını adaletle yönetebildiği takdirde ashap o’na “biat” ediyordu. Adaletten kıl payı ayrıldığında ise “Kılıcımızla düzeltiriz” bir bilince sahiptiler.  İşte karşılıklı kontrol müessesesinden kastımız budur.

            Osmanlı’nın sosyal dokusu bir dengenin varlığına işaret ediyordu. İşte bu yüzden Naima; “Erkan-ı Erbaa; ulema, asker, tüccar, reaya (halk) bu dört unsur uyumlu olursa sıhhat bulur”diyordu. Naima, bu dört unsurun uyumluluğunu esas tutuyordu. Bir başka Osmanlı düzeni içinde yetişmiş ve cihan şümul zekâ diyebileceğimiz Ahmet Mithat vardı ki, o da doğuştan statü yerine başarıya dayanan statüye önem veren bir bilge şahsiyet. Nitekim Ahmet Mithat'ın “Herkesin memur olmak hevesiyle devlet hazinesini yağma edeceğine, üretici duruma geçecek, hazineyi güçlendirmek hizmet olacaktır” sözleri tebaanın (reaya) nasıl olması gerektiğini vurgulaması açısından kayda değerdir.

             Malum, Osmanlı’da mesleki örgütlerle dini hayat iç içedir. Osmanlı’nın kuruluşunda Osman Gazi’nin etrafında seçkinler (yöneticiler), gaziler, ahiler ve dervişlerin olması sivil inisiyatifin varlığını ortaya koyuyor. Kaldı ki Allah Teâlâ: “Yoksa onlar Rabbinin rahmetini mi paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini biz paylaştırdık. Birbirlerine iş görmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır” (Zuhruf Suresi ayet 32) diye buyurmakta. İşte dinimizde mesleki tabakalaşmanın varlığı bu ayette gayet net bir şekilde izah edilmiş bile.  Belli ki Allah (c.c)  yarattığı kulunu farklı işlere farklı kabiliyet ve istidatta yaratmıştır. Nasıl ki beş parmağın beşi bir değilse insanlar arasındaki rızk paylaşımı da aynı değildir.  Dolayısıyla insanlar arasında farklı statülerin var olması gayet tabii bir durumdur. Siz bakmayın sosyalistlerin ikide bir eşitlikten dem vurmalarına,  bir kere tam eşitlik eşyanın tabiatına ve realiteye aykırı ütopik bir görüştür.  Neyse ki batı Kur’an’ın bu açık buyruğundan haberdar olmasa da 1968’de dile getirebilmiştir. Fransız İhtilalı’ndan sonra Fransız sağı, farklılık ve eşitsizliğin özgürlük olduğunu ileri sürmüştür. Özdeşliğin, yani tam eşitliğin ise  “totalitarizm” olduğu geçte olsa anlaşılmıştır.  Bakın Bossuet ne diyor “Herkesin efendi olduğu yerde herkes köle, efendinin olmadığı yerde herkes efendidir.” İşte bu akıl dolusu sözler aynı zamanda anarşizmin ve kargaşalığın ne demek olduğunu ortaya koymaya yetiyor.  Sonuçta bugüne kadar kim ne söylemiş olursa olsun rızk çeşitliliğin ve mesleki farklılıkların olabileceğini Kur’an-ı Kerim 1400 yıl aşkın öncesinden haber vermiş zaten.

            Liberalizmin insanlık için öngördüğü sistem seçkin insanlar zümresidir. Bakın bizim meramımızı Ahmet Mithat şöyle dile getiriyor: “Hiç insanın büyüğü, küçüğü, eşrefi, ednası olur mu? Bu fikir cühelaya aittir. Asilzadelerin kanı mukaddes de pes-payelerin (ayak takımı) çürük müdür? Bir adam nam ve unvanı ile iftihar etmeli..”  İşte görüyorsunuz Ahmet Mithat’ın bu sözleri gerek kapitalizm gerekse komünizmden farklı tablo çiziyor. Evet, bir insan işçi olsun, memur olsun, doktor olsun fark etmez nam ve unvanından çekinmemeli, ya da hangi meslekte olursa olsun üstünlük taslamamalı. Üstünlük arayacaksa takvada aramalı. Kaldı ki İslâm’ın zekât, helal kazanç gibi fıkıh hükümleri büyük servet birikimine engel kaidelerdir. Keza israf etmeyiniz hükmü de öyledir. Zira Yüce Allah servet birikimine yönelik : “Ta ki o mal, sizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın”(Haşr suresi, ayet 7) uyarısını yapmıştır.      Demek ki insan sadece İslâmiyet’te “eşref-i mahlûkat”tır. İslâmiyet’te kul Mümin olunca hukuki bir hüviyet kazanır, yani dilenciyi halifeye eşit kılan bir eşitlik elde edilir.  Ul’ul Emr Allah’ın aletidir sadece, servet ve makam ayırmaz insanları. Dinimiz sayesinde herkes hak sahibidir.

18 Aralık 2014 Perşembe

SAHİPLER

Size çok önemli bir soru soracağım...

Dünya'yı kontrol etmenin en etkili ve verimli yolu nedir?

Sadece iki kelime "Akıl kontrolü"

Devletin bize emrettiği gibi ve öğrettiği gibi hissetmiyorum... Bakın söylüyorum benim aklım öyle çalışmıyor.

Bir moron gibi yaptığım bir şey var. Adı "Düşünmek"
Kendi görüşlerimi de oluşturmayı sevdiğim için bizim gibileri pek sevmezler. Onlara göre pek iyi de bir vatandaş sayılmayız.

Bana söylendiği anda yerde yuvarlanmıyorum mesela. Ne yazık ki çoğu emir verildiği yerde yuvarlanır.
Ben öyle değilim. Hayatımda uyduğum kesin bir kuralım var .

1.Kuralım: Devletin bana söylediği hiçbir şeye inanmamak.

Tarihimizin en acı yanlarından biri kendini ne kadar tekrar ettiğidir.
Ayrıca bu ülkede ki medya ve basın organlarını pek ciddiye almam.

İşleri dengelemek için biraz bizi birleştiren şeylerden bahsetmek istiyorum...

Farklarımızdan ziyade benzer yönlerimizi vurgulayan şeyler. Çünkü hep bu ülkede farklarımızdan bahsedilir.

Medya ve siyasetçiler hep bizi bölen şeylerden bahsederler. Bizi birbirimizden farklı yapan şeylerdir bunlar. Bütün toplumlardaki yönetici sınıfı böyle çalışır. Zenginler parayı alıp kaçmak için alt ve orta sınıfları birbirlerine kırdırırlar. Oldukça basit şey ve hep işe yarar. Farklı olan herhangi bir şey hakkında konuşurlar.
Özellikle de din, dil, ırk, etnik, milli geçmiş, iş, eğitim, sosyal statü  ve cinsiyettir...

Birbirimizle kavga etmemiz ve onların bankaya gidebilmesi için herhangi bir şey.

Bu ülkedeki ekonomik sınıfı nasıl tanımlarım biliyor musunuz?

-Üst sınıf bütün parayı elinde tutmar ve hiç vergi ödemez.

-Orta sınıf bütün vergileri öder ve bütün işleri yerine getirir.

-Fakirler de orta sınıfı ürkütmek için vardır.
Çünkü "işlerine" gitmeleri gerekmektedir. 

Politikacılar bu kelimeyi bilirler. Sizin üzerinizde kullanırlar. Politikacılar geleneksel olarak üç şeyin arkasında saklanmışlardır:

-Bayrak, din ve çocuklar...

"Hiçbir çocuk arkada kalmasın." 
"Avantaj". Arkada kalan biri burada hızını kaybediyor. Ancak bir sebebi var.

Eğitimin rezil oluşunun bir sebebi var. Asla düzelmeyecek boşuna beklemeyin. Elde ettiğinizle mutlu olun.
Çünkü bu ülkenin "sahipleri" bunu istemezler. Gerçek sahiplerinden bahsediyorum. Büyük ve zengin. 

Gerçek sahipleri: Herşeyi denetleyen ve her şeye karar veren büyük ve zengin.
İş hissedarları bunlar.
Politikacıları unutun. Onlar önemsiz. Politikacılar size seçim hakkı tanıdığı fikrini sürdürmek için varlar sadece. Hakkınız yoktur. Seçim hakkınız yok. Sahipleriniz var. Size sahipler. Herşeye sahipler, bütün önemli topraklara sahipler.

Kolektif şirketleri denetliyorlar ve sahipleniyorlar.
Uzun zamandır meclis, hükümet ve belediyeleri sahiplenirler. Bütün büyük medya ve haber şirketletinin de sahipleri onlardır. Duyduğunuz bütün haber ve bilgileri denetlerler. Sizi hayalarınızdan tutarlar ve her sene milyonlarca doları lobileşmek için kullanırlar. İstemlerini elde etmek için lobileşiyorlar. 

Ne istediklerini ise biliyoruz. Başkaşarına daha az ve kendilerine daha çok istiyorlar.

Türkiyenin yıllık kazancının %99'unu sadece %1'lik kesim alır, geri kalan kazancın %1' ise kesimin %99'u ile paylaşılır. Bilginize ;)

13 Aralık 2014 Cumartesi

ŞAHMEREN

Standart Şahmeran gerçektir belgesiyle birlikte buyrun


Yıl 1456. Fatih Sultan Mehmet’in huzuruna, Venedik’ten, İtalyan asıllı bir heyet gelir. Sultan’a sunmak üzere, birçok değerli hediyeler vardır yanlarında. Araya hatırlı kişileri, elçileri aracı yaparak, Fatih Sultan Mehmet ile ısrarla görüşme talep ederler.

Padişah, gelen bu heyeti, onca rica ve minnete rağmen huzuruna kabul etmez. Elçilerle görüşmesi için Vezir-i Azam’ı görevlendirir. Venedik’ten gelen bu heyet, çaresiz, Vezir-i Azam ile görüşürler.

Görüşmenin konusu: "Sultanahmet’te bulunan Yerebatan Sarnıcı ve içinde bulunan hazine" ile ilgilidir. Görüşmenin konusu oldukça ilgi çekicidir. Hazineden bahseden heyet, Vezir-i Azam’a hazinenin yerini söylemez… Hazinenin yerini söylemek için şu şartı öne sürerler: “Hazinenin yerini, sadece Padişah’a” söyleyeceklerdir. Bunun için, tekrar Padişah’tan görüşme talebinde bulunurlar.

Vezir-i Azam, heyet ile aralarında geçen konuşmaları Padişah’a aktarır.

Fatih Sultan Mehmet Han’ın siyasi dehası bilinmektedir. ‘Bu işin içinde bir iş olabilir,’ diyerek heyetten bir temsilci ile görüşmeyi kabul eder. Belirlenen tarihte, seçilen temsilci, Fatih’in huzuruna çıkar ve şunları anlatır:

‘Yerebatan Sarnıcı diye bilinen mekânın içersinde bir hazine vardır. Hazine denilen şey; altın, gümüş, mücevher gibi maddi değeri olan şeyler değildir. Hazine, özel yapılmış bir lahit ve lahdin içindeki cesettir.’

Bu lahit ve içindeki ceset, Venedikli elçiye göre, ‘hazine değerindedir.’ Cesedin ise ‘Medusa’ diye adlandırılan efsanevî kişiye ait olduğu belirtilir. Bu ceset, mumyalanmış haldedir, Medusa diye tabir edilen saçları yılanbaşı ile yaratığı andıran bir şekildedir.


Fatih Sultan Mehmet Han’dan talepleri ise; ‘kendileri için çok önemli olan bu lahdi ve içindeki cesedi’ gelen bu heyete vermeleridir. Bu lahdin ve içindeki cesedin kendilerine verilmesi karşılığında da, Fatih’e birçok şey önerdikleri bilinmektedir.

Sırdaş’a kadar intikal eden bu bilgiler arasında, bir de şunlar da vardır: ‘Venedik’ten gelen elçilerin Hıristiyanlarla bir alakası olmadığı, gizemli, paganist bir tarikatın üyeleri olduğu’ bilgisi de vardır.

Bundan sonrası hakkında pek bir bilgi bulunmamaktadır…

Fatih Sultan Mehmet’in bu lahdin, çıkarılıp çıkarılmamasına izin verip vermediği ile ilgili sır bilgiler Abdülhamid Han’a kadar ulaşır. Abdülhamid Han, bu eksik kayıtları büyük bir ilgi ile takip eder ve işin ehillerine de konuyu incelettirir.

Abdülhamid Han’ın bu işle ilgilenerek takip etmesi, Medusa ile ilgili olarak, tarihi yanlışların önüne geçilmesini sağlamıştır. Sultan’ın uzak görüşlülüğü sayesinde, maksatlı olarak çarpıtılan bazı bilgilerin, doğru bir şekilde günümüze kadar ulaşması temin edilmiştir. Sultan, Sırdaş’a da öyle bir delil koyar ki, işte ilk defa Türk ve dünya tarihine katkı olacak bu tarihi belgeyi sizlere sunacağız.

Sultan Abdülhamid Han’ın, gizemli olaylara, sırlı hikâyelere olan ilgisi bilinmektedir. Sherlock Holmes’in hikâyelerini, İngilizceden Osmanlıcaya çevirttiği, okuduğu ve kütüphanesine koyduğu yine Homeros’un, İlyada ve Odysseia isimli eserlerini de aynı şekilde çevirtip, okuduğu bilinmektedir.

Abdülhamid Han’nın, Medusa ile ilgilenmesinin sebebi, Sırdaş'taki kayıtlardan hariç; Sultan’a, bu konu ile ilgili olarak yine birkaç elçinin geldiği, Vezirlerine, Yerebatan Sarnıcı’ndaki hazine ile ilgili bir şeyler fısıldadıkları, bu konuya olan ilgisini daha da arttırmıştır.

Abdülhamid Han, Devlet-i Âliye’nin bunca işi arasında, bu konuyu da ihmal etmemiş, görevlendirdiği birkaç kişi ile bu konunun iyice araştırılmasını sağlamıştır.

Medusa ile ilgili olarak gelen heyetle, Sultan’ın vazife verdiği görevliler temasa geçmiş, edinilen bilgiler Padişah’a rapor edilmiştir.

Araştırma neticesinde, gelen kişilerin kimlikleri ve ait oldukları teşkilatı (muhtemelen İlluminati tarzı bir örgüt) öğrenen Sultan Abdülhamid Han, bu heyetin taleplerini geri çevirmiş ve heyetten aktarılan bilgiler doğrultusunda da bu lahdi çıkarmaya karar vermiştir. (Arada yine birçok olay olmuştur ki, biz bu kısımları şimdilik geçiyoruz.)

Abdülhamid Han’ın görevlendirdiği bir heyet, Derviş’in emri altında 'Medusa' ile ilgili çalışmaya başlamış, bu ekibe Yıldız İstihbaratı’nın en seçkin üyeleri de eşlik etmiştir.

Uzun uğraşlar sonucunda, Yerebatan Sarnıcı’nın -bugün kapanan dehlizlerinde- söz konusu lahit bulunmuştur.

Burada kısa bir not yazmakta fayda var: Bugünkü Yerebatan Sarnıcı birçok dehlizlere sahiptir. Bir ucu Haliç’e, bir ucu Ayasofya’ya hatta “Binbirdirek Sarnıcı” ile bağlantılı olduğu bilinmektedir.

Günümüze gelene kadar, dehlizlere duvarlar çekilmiş, ağızları kapatılmış, birçok sırrı da örtülmüştür.

Hatırlanacağı gibi geçtiğimiz günlerde; “Ayasofya’nın Sırrı Ortaya Çıktı” diye büyük bir hengâme kopmuş ve bu olay medyada geniş yankı bulmuştu. Bu dehlizlerden birine girilmiş ve çekimler yapılmıştı. Bir grup arkeolog ve bilim adamı eşliğinde yapılan bu çalışmalar neticesinde, Ayasofya’nın 150-200 metre altındaki derinliklerde su kuyularının bulunduğu, İngilizlerin İstanbul’u işgal ettikleri dönemde, İngiliz askerlerinin bu kuyulara girip öldükleri anlaşılmıştır. Ölen askerlerin eşyaları da teşhir edilmiştir.

Yapılan bu çalışmalar neticesinde, dehlizlerin nerelere kadar gittiği bilinmiyor, bu konuda yapılan çalışmalar ne aşamada bilmiyoruz. Acaba yapılan bu çalışmaların Medusa’nın lahdi ile ilgisi var mı, bilmiyoruz…

Yine geçtiğimiz günlerde, İstanbul’un röntgeni çekilmiştir. Bu çekimler neticesinde, bugünkü Çemberlitaş’ın alt kısımlarında, Yerebatan Sarnıcı gibi bir yapının olduğu tespit edilmiştir. Sarnıcın korunması ile ilgili medyada son zamanlarda birçok haber çıkmaktadır.

Sarnıcı korumak için üzerindeki bazı yerlerin kapatılacağı söylenmektedir. Bu konuyla ilgili olarak Dünya Bankası’nın da finans ayırdığı bilinmektedir. Acaba bu bölgeye olan ilgi nedendir?

Biz yine konumuza dönelim:

Abdülhamid Han’ın araştırmaları netice vermiş ve lahit bulunmuştu. Abdülhamid Han lahdi bizzat yerinde görmüş, tonlarca ağırlıktaki bu lahdin kapağı indirilmiş, lahdin içinde görenleri dehşete düşüren bir yaratık görülmüştür.

İnsan başına benzeyen, kıvrımlı kıvrımlı dev bir yılan gibi, mumyalanmış, ancak bozulmaya başlamış bu yaratığı, orada bulunan çok az kişi görmüş ve onu görenler hayretler içerisinde kalmışlardır.

Abdülhamid Han, bir fermanla, lahdin derhal korunmaya alınmasını, görülen bu lahdin ve içindeki yaratığın kimseye anlatılmamasını emretmiştir.

Abdülhamid Han, bu konuyla ilgili olarak, ne yapacaklarına dair istişare etmek için, derin ehl-i ulema ve gönül gözü açık kişilerle çok gizli bir toplantı yapmıştır. Yapılan bu toplantı neticesinde; ortaya bir çok görüş atılmasına rağmen, şu görüş ağırlık kazanmıştır: Lahit ve içindeki cesed, halkta çeşitli fitnelere sebep olunmaması için gizlenecektir.

Ancak Abdülhamid Han, Derviş ve Sırdaş’ın bu konuyla alakalı bir tereddütleri vardır: Bu lahdi tekrar saklarlarsa, bu lahdin sırrını bilen şer güçler, ona büyük önem atfedenler, bu lahdin yerini tekrar öğrenebilirler mi?

Ertesi sabah ayrı bir heyetle konuyu istişare eden Sultan Abdülhamid Han, yine zekice bir karar vermiştir:

Lahit, gün ışığına çıkarılacak ancak içindeki ceset/yaratık gizlenecektir.


Abdülhamid Han, bu cesedin neye ait olduğunu merak etmiş ve öğrenmek istemişti. Bu ceset, neye ait olabilirdi? Bunun için yurt dışından ünlü bir biyolog bilim adamı getirildi. Cesedi, bu bilim adamına gösterdiler. Cesedi gören bilim adamı, dehşete düştü.

Getirilen bu bilim adamı, incelemesinin neticesini Padişaha sundu. Raporda şu ibareler oldukça dikkat çekiciydi: ‘Bu bozulmaya başlamış olan, dev görünümlü, insan başına benzeyen, yılan gibi kıvrılmış bu yaratık, muhtemelen dinozor çağından kalan dev bir yılan veya dinozora benzeyen bir yaratık…’

Bozulmaya başlamış olan bu mumya, insan başını andırdığı için mi insan denmekteydi?

Acaba bu cesedi halk görseydi ne derdi? Belki de ‘dev bir ejderha’ diye adlandıracaktı.

En ilginç olanı ise, o lahdin orada olduğunu ve lahdin sırrını bilen birilerinin (şeytani bir tarikat) asırlarca orada ayin yapmalarıdır.

Bu sırrı Fatih döneminde, Fatih’in bildiğine göre, bu örgüt, lahit ile ilgili sırrı kendi üyelerine, lahitteki cesedi göstererek veriyorlardı.

Ta ki, şöyle bir kayıta rastladıktan sonra işin durumu değişmiş olabilirdi:

Bir çingene çocuğu, rivayetlere göre dehlizlerden birine girmiş, çıkamamış, cesedi gördükten sonra o da sırra vakıf olmuş, dışarı çıktıktan sonra tüm İstanbul halkına: ‘Ben Şahmeran’ı (yarı insan yarı yılan) gördüm demesiyle ve bu söylentinin yayılmasıyla olayın boyutu başka bir yöne kaymıştır.

Kayıtlarda kopukluk olduğu için biz kara kaplı Sırdaş’taki kayıtları esas alıyoruz.

Sırdaş’ta bu konuyla ilgili ayrıca şunlar yazılı: Tonlarca ağırlıktaki bu lahdi, devrin en güçlü hamal ve tulumbacıları, urganlarla, bin bir güçlükle gün yüzüne çıkarmışlar, bugünkü Fatih Camii’nin avlusuna götürüp, halka kısa bir süreliğine teşhir etmişlerdir.

Sultan Abdülhamid Han’ın emriyle lahdin resmi çekilmiş ve devrin gazetelerinde yayınlattırılmıştır. İşte o dönemde yayınlanan Resimli Gazete de çıkan bu belgeyi sizlere sunuyoruz:

İşin ilginç kısmı, kara kaplıya giren lahdin yayınlandığı bu gazete, daha sonra bilinmeyen bir güç tarafından o dönemde toplatılmış, geride kalan nüshaları ise örtbas edilip, farklı hikâyeler anlatılarak konu özünden saptırılmıştır.

Fatih Camii’ndeki teşhirden sonra lahit oradan alınıp, Molla Fenari İsa Camii’nin yanında bulunan, kraliçe mezarlarının yanında bir yere konulmuş, bundan sonra ki akıbeti bilinmemekle beraber, bu lahdin peşine bir çok yabancının düştüğü bilinmektedir. (İsteyen Molla Fenari Camii’nin tarihini araştırabilir.)


Şahmeran’ın bu yaratıkla ilgisi var mıdır?

Medusa hakkındaki bu bilgiler, Abdülhamid Han’a okunduktan ve onayını aldıktan sonra Kara Kaplı’ya kayıt edilmiştir.

Şimdi bu konuyla ilgili bazı notlar düşelim:


* Konstantin'in mezarı Fatih’in türbesinde değildir, bunu söyleyenler yalan söylüyorlar.


* Lahit neden Fatih Camii’si avlusunda teşhir edilmiştir? Bu konuda Fatih’in vasiyeti olabileceğinden şüpheleniyoruz.


* Yahudi asıllı yazar Kafka’nın, hiç basılmayan bir eseri, bir kadının bavulundan çıktı. İsrail neden ısrarla bu eseri istiyor? Almanya neden bu eseri vermek istemiyor?


* Kafka’nın, basılmayan bu eserinde; ‘bu yaratıkla ilgili bilgilerin’ olduğu kulaklara fısıldanıyor…


Saygılarımla…


Oktan Keleş/On Altı Yıldız 

(ALINTIDIR) Oktan keleş beyefendiye çalışmasından ötürü teşekkürü borç biliriz.

SİMGESEL İLÂH

 

FİKİR ÜSTÜ AZ KAPİTALİZM(SİMGESEL İLÂH)



          Önce bizim mefhumlarımız vardı, sonra senin kavramların. Önce bizim hakikatlerimiz sonra senin kuramların. Önce bizim, adam insanlarımız vardı, senin homoekonomikusların...

          Ey simgesel ilah! Bizde tevekkül ve rıza vardı. Kul hakkı vardı her hakkın üstünde. Sende " Çek silahını kovboy" vardı, güç vardı. Bizde ihvanlık ahilik vardı; sende soyluluk ve sınıf. Biz serapa adalettik, sen zulüm ve sömürü, biz daha unuttuğumuz pek çok şeydik, sen ise diğeri. Sonra biz güneşin batışı gibi olduk. Sen gelip çepeçevre kuşattın bizi. Biz senin gürbüz çocuklarını devşirir adam ederdik. Sen bizimkileri adamlıktan çıkarttın.

          Ey en büyük kötü! Biz aydınlığın çocuklarıydık. Karanlığın işgaline uğrayınca dumura uğradı zihnimiz. Önümüz, arkamız, sağımız, solumuz sobe oldu. Yenik düştük sana, bu gerçeği kabullenmesek bile. Ve senin evrensel olduğunu buyurduğun huylarınla huylandık. Tıpkı sana benzedik üstat. İnsan insanın kurduydu. İnsan insan değil homoekonomikustu. İnsan senin gibi olurdu. Yarı tanrısal bir varlık. Hani, ayıp olmasın diye yarı tanrısal. Yoksa hepten tanrı. En çok kazanan ve en çok tüketen, tüketmek için ezen, sömüren, yok eden, tüketim tanrısı.

          Ey vicdanını satıp sermaye yapmış çağ! Her gün kentlerini biraz daha gelişmiş tapınaklara çeviriyorsun. Bankalar, market zincirleri ve çağdaş ehramlar; yani makine kutsalının doymaz iştihâsıyla alın teri içtiği fabrikalar. İnsanlar yarışıyor, büyüyen tapınaklarda kariyerli bir ruhban olmak için. Ey en büyük kötü! Artık ruhban demiyorsun biliyorum. Ruhu da yok ettin. "Elit" diyorsun kibarca. Ekonomik, siyasal, bürokratik elit. Şahsiyetinden soyutlanmış, kıytırık insan yığınları, halk kitlelerinin içinden sıyrılıp, elit olabilmek için çağdaş tapınaklarda birbirlerinin etlerini yiyorlar. Simgesel ilah, korkunç kötü, anlıyor bir etik öngörüsü olmadığını. Makyavel'in çocukları ahlâksız büyümüşlerdi, amaca varmak için her yol mübâhtı.

          İnsanları ihtiyaçlarına hapsetmeyi başarmıştı simgesel ilah. Önce ihtiyaçları yarattı. Tüketmedikçe zavallı olduğunu kutsal bir düstur olarak öğretti insanlara. Je suis pouvre!(Ben bir zavallıyım) Bakır ve demir soylular tüketmedikçe üretmiyorlardı. Önce tüketme hazzını tatmalıydılar. Altın ve gümüş soylu, beyaz yurttaşların daha çok semirmesi için alttakilerin daha çok üretmesi gerekiyordu. Bir parmak bal sürüp tüketim hazzını tattırmalıydılar, bakır ve demir soylu yurttaşlara. Sonra Makyavel üstadın evrensel buyruğuna uyarak yurttaşlarını her zaman ve her durumda kendine muhtaç bırakmalıydı elitimiz. Muhtaç bırakmalıydı ki, başlarını kaldırmasınlar.

          Bütün bunları bilimsel gerçekliklerle izah ettin bize. Biz düşsel hakikatlerde yaşıyorduk. Sen sanal gerçekliklere çağırdın bizi. Maslov büyüğümüz, insan ihtiyaçlarının hiyerarşik bir yapı içinde olduğunu, birinin tatmin edilmeden diğerinin düşünülemeyeceğini söyledi. Çar naçar aydınlandık. Zaten, çöp bidonunda açlığını gidermek için ekmek arayan insan sağlığını bile düşünemiyordu. Görüyorduk gözlerimizle.

          Yenilmiştik sana bunu kabullenmek zor olsa da. Pavlov'un klasik şartlanmasını yaşıyorduk. Kentlerimiz ihtişamlı birer tapınağa dönüştükçe , ünvanı da artıyor "büyük kent" oluyordu. Yönümüz sana çevriliydi. Sen "döviz" diyordun, "borsa, hisse, faiz" diyordun. Her ne desen karşılığında yapılması gereken bir eylem oluyordu. Herkes içiyordu bu kan ve cerahat akan çeşmeden. Çağın gereği bu diyordu. Gerçeklerin hazırdı senin bu kervana katılmayanı dışlıyordun, hor görüyor, alay ediyordun. Sen korkunç ve devasa büyüktün. Korkuyordu kervanın dışında kalmaktan insanlar. Zaten dışarı yoktu. Korkunç çevrelemiştin her yanı. Olsa olsa yedi uyurlar gibi mağaralara çekilebilirdi insanlar. Yani insan kalmakta direnenler. Fakat, dedim ya hacimliydin, üstelik akışkan. Doymak yoktu lügatinde. Sen posasını çıkarıp bırakmazdın, posayı da ekonomik bir değer haline getirdin. Dışarı tükenmeden içeriye sirayet etmeli ve ele geçirmeliydin. Mağaralara tasallut oldun. İçerilere dadandın. Akıcı, yapışkan ve şirrettin. Senden kurtulamıyorduk ey ellerin ilahı. Dalıyordun elimizi, kolumuzu, yüzümüzü.

          Ey en büyük ıstırap! Korkunç ve en büyük kötü! Sana rağmen yaşıyoruz. Yüreğimizi teslim alamayacaksın. Yüreklerin beslendiği kaynağa nüfuz edemezsin. Kahrolasıca, seninle beraber yaşamayı öğrendik sadece...