Wikipedia

Arama sonuçları

22 Aralık 2014 Pazartesi

SİVİL İNSİYATİF


SİVİL İNSİYATİF

                                                                     Kapitalist zihniyetin babası Adam Smith’dir. O, ekonomik hayatın sürekli devlet tarafından yönlendirildiği bir süreçte adını duyuran bir ideologdur. Malum bu süreçte Amerikan ihtilalı, Fransız ihtilalı ve buhar makinesi keşfi derken, sanayi inkılâbı baş göstermişti. Bilindiği üzere İngiltere’de ekonomi devlet kontrolündeydi, ama asiller yönetimi ellerinde tutuyordu. Ancak sanayinin gelişmesiyle birlikte alternatif yeni bir sınıf daha doğar, bu sınıf sanayici ve tüccarlardan oluşacak hür teşebbüsten başkası değildi.  İşte tamda bu sıralarda konjonktüre uygun Adam Smith'in “Bir milletin zenginliği ancak bireyleri serbest bırakmaktan geçer” sözleri bu oluşumun sesi olur da. Her ne kadar bu sözler filizlenmeye yüz tutmuş burjuva sınıfının ruhuna tercüman olsa da gerçekte  “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” şeklinde ifade edilenkapitalistmantığın genel çerçevesini yansıtan sözlerdi bu.

            O yıllarda felsefi tartışmalar hızla devam ederken kitlelerde iyi bir hayat standardına kavuşmak hayaliyle sürekli ekonomik mücadele içinde habire didinip duruyorlardı. Aralarında konuştukları tek konu ise enflasyonun ortaya koyduğu onarılmaz yaralardı. Tabiatıyla bu konular ardı ardına konuşuldukça kitlelerin devlete olan güveni azalır da. Bu durumda güven bunalımı yaşayan kitleler kurtuluşu ideolojilerde arayıp kimilerine Adam Smith’in fikirleri ilaç gibi gelir de.

       Anlaşılan komünizm, liberalizm ya da diğerleri fark etmez kriz ortamlarından doğmuş ideolojilerdir. Malum, komünizm yoksulların feryatları üzerine kurgulanmış bir akım, kapitalizm ise bireyler arasında daha çok zenginleri gözetleyen bir akımdır. Sonuçta her iki akımın söylemleri farklı olsa da hedefe varmak için uyguladığı metot zinciri aynıdır. Zira her ikisi de sanayi çağının doğurduğu bir takım sancılar sonucu ortaya çıkmış akımlardır. Sanayi çağının ürettiği geçiş sancıları her iki akımı da meşhur etmiştir.  Gerçekten de o yıllar zor yıllardı, bir kere alışılmış bir düzenden başka bir düzene geçiş söz konusuydu.  Böyle bir ortamda bunalmış kitleler elbette ki denize düşen yılana sarılır misali kurtuluşu ideolojilerde arayacaktır.  Nitekim duyguları istismar edecek stratejiler tutar da.  Zira Karl Marks yoksulların duygu selini istismar etmiş, Adam Smith ise zenginleri. Her ikisi de toplumun tüm kesimlerini değil, bir dilimi temsil etmişlerdir, yani sınıfçıdırlar. Zaten toplumu sınıf sınıf ayırmak ideolojilerin içine düştüğü bir çukurdur,  bir kere ayırımcılık genlerine işlemiş, isteseler de bu çukurdan çıkamazlar. Allah'tan bu ayırımcı sınıfçı anlayış bizim toprağımıza tam sıçramamış. Belli ki bizim kültür kodlarımızda sınıfçı anlayışa yer yoktur, bu yüzden sınıflaşma bize yabancı bir kavramdır. Osmanlıya baktığımızda bırakın sınıflar arası tezadı, milliyetler tezadı bile görülmemiştir. Osmanlıda çokluk içinde birlik ilkesi esastır. Asla toplum tabakalarında ayırıma yol açan kalın çizgilere yer verilmez. Hatta bizim topraklarda derebeyilik, feodalite yapısının izlerine de pek rastlanmaz.  Zira merkeziyetçi sistemimiz bu tür sınıflaşmaya geçit vermeyecek yapıdadır. Merkeziyetçi yapı derken bugün bazı ülkelerde sıkça gördüğümüz totaliter yapılar değil elbet, tam aksine merkeziyetçi yapı içinde kesretten vahdete bir nizamımız söz konusuydu. Bakmayın siz bazı çevrelerin Padişahların astığı astık, kestiği kestik şeklinde dillerine doladıkları sözlerine,  bu tamamen iftiradır. Tarihin bütününe baktığımızda padişahların tek başına karar merci olmadıkları görülecektir. Kaldı ki hakanlarımızı dillerine dolayanlar her nedense birçok batı ülkesinde kralların gölgesinde işleyen taçlı demokrasiyi görmezden gelirler. Örnek mi istiyorsunuz,  işte İngiltere bunun en çarpıcı örneği.

            Şurası muhakkak, Adam Smith’in açtığı çığır daha çok Avrupa’da yankı bulmuş ve onun önderliğinde ferdiyetçilik tek birim, tek değer kabul edilmişti. Hatta bugünkü şirketleşme, tekelleşme, tröstleşme ve monopolleşmenin temelinde bile Adam Smith’in tetiklediği fikirlerin büyük etkisi var. Derken kapitalizm bireyin çıkarlarını ön plana alan bir sistem olarak zihinlere kazınır. Bu sistemde varsa yoksa birey egosunu tatmin etmek esastır. Ancak bireysel egoları gözetleyen bu sistem insanlar arasındaki dayanışmayı da yerle bir etmiştir. Hatta egonun tavan yapması vahşi kapitalizmin bir ürünüdür. Bireyin bireye hâkimiyet kurmasını ilke edinen bu ruh bugünde dünyayı çepeçevre kuşatmış durumda. Öyle ki,  Türkiye’de bir takım kapitalistler efendilerinden daha keskin kapitalist savunucu olabiliyorlar. Bilhassa bu yılmaz müdafaacılar eğrisiyle doğrusuyla batı’ya ait her ne varsa baş tacı edinip efendilerine taş çıkartmışlar bile.  Bu da yetmez ithal ettikleri reçetelerin muhtevasının ne olduğunu tam analiz etmeden ülkemize tatbik etme sevdasına kapılmışlardır. Ne var ki şu basit kuralı bile bilmezler; bir fikir ne kadar güçlü olursa olsun, şayet uygulayacağınız fikir toplumun dinamikleriyle bağdaşmıyorsa o toplumda yer edinmesi mümkün değildir. Belli ki, onların tek anladıkları kural; efendilerine kayıtsız, şartsız itaat edip uşaklık etmektir. Bir kere Tanzimat bu izni onlara vermiş,  isteseler de bu sevdadan vazgeçmezler. Tanzimat bir anlamda batı akımının yurda giriş kapısıdır. Bu açılan kapının ne demek olduğunu en iyi sezende hiç kuşkusuz Abdülhamit Handır.  Dahası o hürriyet, eşitlik, adalet gibi güzel kavramların bir kılıf olduğunu sezmekle kalmamış Osmanlıyı çökertmeye yönelik bir plan olduğunu kestiren Ulu Hakanımızdır. Sonunda tarih onu haklı çıkarır da, ama iş işten geçmişti. Tanzimat, I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet vs. derken kendimizi I. dünya Savaşı’nın ortasında bulduk. Özetle İttihatçılar o yıllarda birçok maceralara girerek başımıza bin bir çorap örmüşlerdir.

       Nasıl ki liberalizm Tanzimat dönemiyle başlayan bir moda akımsa, Cumhuriyet dönemine geldiğimiz süreçte özellikle 1970’li yıllarda sosyalizm moda olmuştu. Belli ki liberalizmden umduğunu bulamayanlar bu kez sosyalizm’i tek kurtuluş reçetesi görmüşler. Neyse ki bu sevda da uzun sürmez. Soğuk savaş döneminin sona ermesiyle birlikte Sosyalizm tüm dünyada çöküş sürecine girince ister istemez yeni bir kartvizite ihtiyaç duyulur. Şimdilik bu ihtiyaç yeni bir ideoloji çıkana kadar Kemalizmle giderilecek gibi.  Ne diyelim onlara Kemalizm’le oyalanadursunlar, artık yenidünya düzeninde sivil toplumun ayak sesleri daha ağırlıklı değer gibi gözüküyor. Bakın,  Thoreau'nun “En iyi hükümet hiç hükümet etmeyendir”  sözleri bunun ilk işareti. Hatta bu noktada diyebiliriz ki Henry David Thoreau  “Sivil itaatsizlik” eseriyle komünizm ve vahşi kapitalizmden bunalmış kitlelere umut ışığı olur da.  Ve şöyle der: “En iyi hükümet, insanları en çok kendi başına bırakandır. Önce insan, sonra bir devletin tebaası olmalıyız. Kanuna saygıdan daha çok haklara saygıyı geliştirmeye çalışmalıyız.”  Tabii bitmedi, dahası var, der ki;  “Bütün seçimler tıpkı satranç gibidir, doğru ve yanlışla ahlâki meselelerle oynanan bir oyun. İnsan yığınlarının eylemlerinde pek az faaliyet mevcuttur. Eğer hükümet sizi başkasına haksızlık yapmaya alet ediyorsa yapılması gereken şey alet olmamandır.” Ve ekliyor; “Mutlakıyetçi monarşiden sınırlı bir monarşiye, sınırlı bir monarşiden demokrasiye doğru ilerleme insana karşı hakiki saygı yönünde bir ilerleme demektir. Devlet ferdi tanımadıkça, otoritesini ondan almadıkça aydınlık bir ülkeden hiçbir zaman söz edemeyiz.” İşte bu ifadelerden görüyorsunuz buram buram “Sivil inisiyatif” yaklaşım seziliyor, yani birey devlet için değil, devlet birey için var ilkesi ön görülüyor, dahası bu akıl dolusu sözlerde insan vicdanı daima devletin en yüce rehberi olmalı kaidesi esas alınmakta. Aslında Thoreau’nun açtığı bu düşünce liberal mantıktan çok farklı, Osmanlı anlayışına çok daha yakın dersek yeridir. Zira Osmanlı padişahları kendi efendiliğini tebaanın huzurlu olmasında buluyordu. Tebaanın mutsuzluğundan kendilerini köle hissediyorlardı. Kanuni Sultan Süleyman'ın “Bir memleketin hakiki efendisi reaya (halk)dır” sözleri bunu teyit ediyor zaten. Bu yüzden Panait Istrati; “Dünyanın en hür diyarı Osmanlı ülkesidir. Tanrıya ve padişaha çatmadıkça orada her şey yapmak serbesttir” der. Bu ifadeler gayet açık Osmanlı hür iradesiyle sivil inisiyatifini ortaya koyabilecek toplum pozisyonda olduğu fark edilir.    Bir kere Osmanlı anlayışında iktidar ve servet doğru orantılıdır. Bireyin refah seviyesi arttıkça zenginliğin de o oranda artacağı kanaati hâkimdir.  Osmanlı toplumunda ulemanın görevi din, yargı ve eğitim hizmetleri, reaya’nın malum üretim faaliyeti ve vergi ödemektir. Bu arada Osmanlı sistemi içinde yer alan esnaf loncaları da tüccarların tekelleşme eğilimlerine geçit vermeyecek tarzda organize olmuş sivil müesseseler olup, bu sayede kapitalist oligarşinin doğmasına engel olunmuştur.

            Bir diğer dikkat çeken isim Mahatma Gandhi'dir elbet. Malum o da  “Sivil itaatsizlik” tabirini benimsemişti. Hatta Sivil itaatsizlik Mahatma Gandhi’nin elinde  “Pasif direnişin kutsal kitabı” haline dönüşür bile. Nasıl dönüşmesin ki,  Gandhi bu uğurda G. Afrika’da kalıp, ömür boyunca General Jan Smuts yönetimine karşı mücadele vermiş öncü bir şahsiyettir. Hele hele sivil itaatsizlik programları ülke genelinde etkisini hissettirdikçe yıldızı parlar da. En nihayet Başbakan Smuts ve hükümeti tabandan gelen sesler karşısında Hintlilerin taleplerini kabul etmek zorunda kalır.  Derken tarihler 1914’ü gösterdiğinde Gandhi Hindistan’a dönüşü gerçekleşir. Ancak yine de ortalık süt liman değildir, ta ki bir Hintli suikastçı tarafından öldürülünceye kadar sivil inisiyatif direnişine devam eder de. Evet, 1948 yılı sivil direniş güçler için kayıp bir yıldır.  O artık bu dünyadan göç etmiştir. Ama hala o insanlığın hafızasında Hindistan ve Pakistan’a özgürlük kazandıracak süreçte sivil inisiyatif direniş ruhunu diri tutan tek öncü lider olarak yaşamakta.  Düşünsenize sivil itaatsizlik metodu onun döneminde işlerlik kazanmış tek meşaledir. Öyle bir meşale ki, sivil inisiyatif hareketi tüm ateşli silahları tesirsiz bırakacak güç olur da. O’nun başlattığı “Sivil itaatsizlik” prensibi yıllardır yöneticilerin baskısı altında inim inim inlettikleri ülke halkların zihninde “Sivil inisiyatif” bilincinin aralanmasına ve bir takım hakların demokratik yollardan alınabileceği cesaretini artırmıştır. İşte Gandhi’nin hayattayken vermiş olduğu bu müthiş sivil direniş hamlesi tüm totaliter ve dikta zihniyetlerin maskesini düşürmeye yetmiştir. Hatta Smuths, sivil itaatsizlik teknikleri karşısında pes edip Hintlilerin isteklerini kabul etmek zorunda kalmış bile.

            Mahatma Gandhi; “En despot idare bile çok defa despot tarafından zor kullanılarak halkın rızası sağlanmadıkça ayakta kalamaz. Halk despotun kuvvetinden artık korkmadığı anda onun kuvveti gitmiş demektir” diyor. Şüphesiz “Sivil itaatsizlik” Thoreau tarafından dillendirilmiş, Gandhi elinde pratiğe geçip mükemmelleştirilmiştir. O’nun sivil itaatsizlik programı şu esasları kapsar: “Dilekçe ile müracaat, uzlaşma, hakem koyma vs.” gibi barışçı yolları kapsar. Şayet bu yöntemlerle neticeye varılmazsa bu seferde grev, işe engel koyma, genel grev, ticari boykot, oturma eylemi, grev vs. tedbirlerin yanı sıra gerektiğinde vergi ödememe gibi teknikler devreye girmeliydi, zaten öyle de olur. İyi ki de bu yöntemler uygulanmış. Nitekim Gandhi bu konuda sosyal adaletsizliğe uğrayan kitlelerin rehberi olup, bu sayede dünyanın birçok yerinde ezilen halklar gücünü, bu tür demokratik yöntemler kullanarak sesini duyurabiliyor. Hiç kuşkusuz Gandhi’nin başlattığı bu sivil inisiyatif direniş mücadelesinden alınacak çok dersler var. İşte bu noktada sözde aydınlar ne kadar batılıysa, biz de Gandhi gibi mazlumlardan yana tavır sergileyecek kadar doğuluyuz. Tabii doğuluyuz demek yetmez, uygulamada gerekir. Zira sivil itaatsizlik sözle değil uygulamayla anlaşılabilen bir olay.  Neyse ki bu hususta her türlü oportünist ve militarist uygulamalara karşı geçte olsa ülkemizde Sivil inisiyatifi çağrıştıran oluşumlara rastlayabiliyoruz artık,   bu durum ümitlerimizi yeşertiyor da.

       Sivil inisiyatif harekat her türlü “Liderlik Sultası”eğilimleri reddetmekle kalmayıp hukuk kurallar çerçevesinde “sivil itaatsizlik”  bilincinin kitlelerce kabulü yolunda uğraş veren bir harekettir.  Bu harekette asla “Milletin efendisi” diye bir çağrıya yer yoktur, tam aksine milletin efendisi milletin ta kendisidir anlayışı hâkimdir. Artık milletle jandarma dipçiği vasıtasıyla ilişki kurulduğu devirler çok gerilerde kaldı,  toplum daha çok tabandan başlayacak gelişmelere kulak vermektedir. Halk tepeden dayatmacı yöntemlerin geçerli olduğu eski Türkiye'ye dönmek istemiyor. Malum eski Türkiye’de yenilik gelecekse de tavandan estirilmek istenmiştir. Oysa tepeden yönlendirmelerle beyinlere ipotek konulduğu gibi dikte ettirilmeye çalışılan reformlar da toplumda karşılık bulamamıştır. Kelimenin tam anlamıyla sembolik yenilikler topluma mal olamadı, sadece bir eli yağda, bir eli balda malum çevrelerin çıkarlarına hizmet eden bir araç olmuştur.

            Toplumun kültürel kodlarıyla oynanmak suretiyle reform yapmaya kalkışmak her zaman sıkıntı doğurmuştur. Dolayısıyla sivil inisiyatif programlarının en iyi şekilde hayata geçebilmesi için toplumun değer yargılarını göz ardı etmemek gerekir. Bu da yetmez, çok sesliliğe giden kanalları ardına kadar açmakta gerekir. Neyse ki ülkemizde televizyon kanallarının çoğalmasıyla birlikte insanımız “tek sesli” yönlendirmelerden kurtulmuştur.  Artık toplum çok seslilik sayesinde bütün gelişmelerden haberdar olduğu gibi gerektiğinde sivil inisiyatif hamlesini ortaya koyabiliyor da.

            Sivil inisiyatif, aslında insanın kalkınmasına yönelik bir hamledir. Kapalı toplumlarda fertler, geleneksel inanç ve değerler sisteminin kıskacından kurtulamadığı içindir yeniliğe karşı duyarsız kalmışlardır. Açık toplumlarda ise gazete, kitap, radyo, televizyon, internet vs. tüm kitle iletişim araçları bir anlam ifade eder ki, bunların toplumun sivil inisiyatifini geliştirici yönde olumlu etkileri olduğu muhakkak. Ki;  kitle iletişim araçları, köy şehir ilişkileri ve eğitim seviyesi toplumun sivil inisiyatifini olumlu yolda etkileyen önemli kaynaklardır. Hatta bu tür kaynaklar topluma “Sivil inisiyatif” ruh kazandırabiliyor. Sivil inisiyatif dinamizminden yoksun toplumlar ise kaderleriyle baş başa kaldıkları içindir psikolojik baskılardan kurtulamıyorlar. Sadece birbirleriyle dayanışma içerisine girmek sûretiyle ayakta kalmaya çalışıyorlar. Elbette ki dayanışma güzel bir şey ama yetmez, sivil inisiyatif güçte olmak icap eder. Aynı şey modern hayat içinde geçerli, büyük kalabalıklar içerisinde bireyi yalnız bırakıp ruhsuzluğa terk ettiriyorsan o modernlik neye yarar ki.  Kaldı ki büyük topluma geçişte her şeyi paraya indirgemek kültürel yozlaşmaya kapı araladığından sivil inisiyatif güç olmayı olumsuz yönde etkileyeceği bir vaka. Önemli olan küçük birimden büyük birime doğru ilerlerken geçiş sürecini kültürel politikalarla destekleyip kökü mazide olan âti olabilmektir.  Para olacak, ama maneviyatta olacak. Maneviyat olunca bak o zaman para bizi değil biz parayı esir almış oluruz. Bakın Buharalı âlim Bahâüddîn Şâh-ı Nakşibendî (k.s.) ne diyor: “Bir gün Mina pazarında gördüğüm bir gencin davranışını unutamam. Gence şöyle bir baktım, bir yandan altın satıyor, diğer yandan da paraları sayıyor. Kendi kendime dedim ki:

            “- Şu genç ne kadar dünyaya dalmış.” Ancak sonra o gencin kalbine nazar ettiğimde birde ne göreyim, kalbi “Allah, “Allah” diyor. Bu kez kendi kendime:

            “- Maşallah el kâr’da gönül yâr’da” diye düşündüm.

            İşte O Allah dostu bu ifadeleriyle, bütün insanlığı aydınlatıyor. Bir insan dünya işleriyle meşgul olsa bile Allah’tan alıkoymamalı. Buharalı âlim zat’tan alabileceğimiz en büyük ders; her halükarda maddi ve manevi alanda inisiyatif alıp hayatımızı karartmamaktır.

            Otoriter sistemlerde tek karar fonksiyonu Führer, yani liderdir. Her şey liderin iki dudağı arasından çıkacak cümlelerde gizlidir. Liberalizmde karar fonksiyonu girişken fertlerdir, dikkat edin tüm bireyler değil girişken bireyler diyoruz, yani bu sistemde patronlar avantajlıdır. Malum sivil katılımcılık ve sivil inisiyatif programlarını rehber edinmiş modellerde ise sermayenin tabana yayıldığı, tekelleşmeye geçit vermeyen ilkeler esastır. Doğrusu da bu zaten.  Ama günümüzde gel gör ki;  kitleler işbirliği ile rekabet arasında, keza dayanışma ile çatışma arasında bocalamakta.  Maalesef her geçen gün toplum imajı yerine kişi imajı yer almakta. İşte bu noktada sivil toplum öncülerine çok iş düşmekte.  Biran evvel sivil inisiyatif güçler işbirliği içerisinde tüm çelişkilere son verip grubun bütününü içine alan bir geniş katılım için çaba sarf etmelidir.  Ne komünizmde olduğu gibi ferdin inisiyatifini elinden alan bir sistem, ne de kapitalizm de olduğu gibi bir kaç kişinin menfaatini gözeten bir sistem olmalı. Her iki sistem de milli yapımıza ters. Bilhassa Türkiye toplumu hür ve bağımsız yaşamayı sevdiği için sosyalizm bize yabancıdır.  Hakeza sosyal adalet ve fırsat eşitliğinden yana bir yanımız olması hasebiyle kapitalizm temel dinamiklerimize zıt bir ideolojidir.  Belli ki,  hem hürriyetçi, hem sosyal adaletçi hem de fırsat eşitliğini sağlayan sistemden yana tavır alan bir yapımız var. Bunun adına ister dayanışmacılık deyin, ister sivil inisiyatif, ister sivil katılım ister sivil toplum modeli deyin fark etmez bizim baş tacımızdır.

            Sivil inisiyatif anlayışında toplum yönetimi önemli yer tutar. Herkes bulunduğu iş ve yönetimde söz sahibi olma imkânı verdiği gibi fırsat eşitliği de sunar. Dahası bu modelde yöneticilerle yönetilenler arasında karşılıklı kontrol esastır. Yani aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya bir sirkülasyon söz konusudur. Hatta bu durum karşılıklı güven duygu seliyle etkili kılınır da. Liberalizmde karşılıklı kontrol müessesesi ağı yoktur, “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” mantığı gereği başıboşluk hâkimdir. Sivil inisiyatif programlarında başıboşluğa ve kaosa yol açacak uygulamalara yer verilmez. Bakın Hz. Ömer (r.a.) tebaasını adaletle yönetebildiği takdirde ashap o’na “biat” ediyordu. Adaletten kıl payı ayrıldığında ise “Kılıcımızla düzeltiriz” bir bilince sahiptiler.  İşte karşılıklı kontrol müessesesinden kastımız budur.

            Osmanlı’nın sosyal dokusu bir dengenin varlığına işaret ediyordu. İşte bu yüzden Naima; “Erkan-ı Erbaa; ulema, asker, tüccar, reaya (halk) bu dört unsur uyumlu olursa sıhhat bulur”diyordu. Naima, bu dört unsurun uyumluluğunu esas tutuyordu. Bir başka Osmanlı düzeni içinde yetişmiş ve cihan şümul zekâ diyebileceğimiz Ahmet Mithat vardı ki, o da doğuştan statü yerine başarıya dayanan statüye önem veren bir bilge şahsiyet. Nitekim Ahmet Mithat'ın “Herkesin memur olmak hevesiyle devlet hazinesini yağma edeceğine, üretici duruma geçecek, hazineyi güçlendirmek hizmet olacaktır” sözleri tebaanın (reaya) nasıl olması gerektiğini vurgulaması açısından kayda değerdir.

             Malum, Osmanlı’da mesleki örgütlerle dini hayat iç içedir. Osmanlı’nın kuruluşunda Osman Gazi’nin etrafında seçkinler (yöneticiler), gaziler, ahiler ve dervişlerin olması sivil inisiyatifin varlığını ortaya koyuyor. Kaldı ki Allah Teâlâ: “Yoksa onlar Rabbinin rahmetini mi paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini biz paylaştırdık. Birbirlerine iş görmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır” (Zuhruf Suresi ayet 32) diye buyurmakta. İşte dinimizde mesleki tabakalaşmanın varlığı bu ayette gayet net bir şekilde izah edilmiş bile.  Belli ki Allah (c.c)  yarattığı kulunu farklı işlere farklı kabiliyet ve istidatta yaratmıştır. Nasıl ki beş parmağın beşi bir değilse insanlar arasındaki rızk paylaşımı da aynı değildir.  Dolayısıyla insanlar arasında farklı statülerin var olması gayet tabii bir durumdur. Siz bakmayın sosyalistlerin ikide bir eşitlikten dem vurmalarına,  bir kere tam eşitlik eşyanın tabiatına ve realiteye aykırı ütopik bir görüştür.  Neyse ki batı Kur’an’ın bu açık buyruğundan haberdar olmasa da 1968’de dile getirebilmiştir. Fransız İhtilalı’ndan sonra Fransız sağı, farklılık ve eşitsizliğin özgürlük olduğunu ileri sürmüştür. Özdeşliğin, yani tam eşitliğin ise  “totalitarizm” olduğu geçte olsa anlaşılmıştır.  Bakın Bossuet ne diyor “Herkesin efendi olduğu yerde herkes köle, efendinin olmadığı yerde herkes efendidir.” İşte bu akıl dolusu sözler aynı zamanda anarşizmin ve kargaşalığın ne demek olduğunu ortaya koymaya yetiyor.  Sonuçta bugüne kadar kim ne söylemiş olursa olsun rızk çeşitliliğin ve mesleki farklılıkların olabileceğini Kur’an-ı Kerim 1400 yıl aşkın öncesinden haber vermiş zaten.

            Liberalizmin insanlık için öngördüğü sistem seçkin insanlar zümresidir. Bakın bizim meramımızı Ahmet Mithat şöyle dile getiriyor: “Hiç insanın büyüğü, küçüğü, eşrefi, ednası olur mu? Bu fikir cühelaya aittir. Asilzadelerin kanı mukaddes de pes-payelerin (ayak takımı) çürük müdür? Bir adam nam ve unvanı ile iftihar etmeli..”  İşte görüyorsunuz Ahmet Mithat’ın bu sözleri gerek kapitalizm gerekse komünizmden farklı tablo çiziyor. Evet, bir insan işçi olsun, memur olsun, doktor olsun fark etmez nam ve unvanından çekinmemeli, ya da hangi meslekte olursa olsun üstünlük taslamamalı. Üstünlük arayacaksa takvada aramalı. Kaldı ki İslâm’ın zekât, helal kazanç gibi fıkıh hükümleri büyük servet birikimine engel kaidelerdir. Keza israf etmeyiniz hükmü de öyledir. Zira Yüce Allah servet birikimine yönelik : “Ta ki o mal, sizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın”(Haşr suresi, ayet 7) uyarısını yapmıştır.      Demek ki insan sadece İslâmiyet’te “eşref-i mahlûkat”tır. İslâmiyet’te kul Mümin olunca hukuki bir hüviyet kazanır, yani dilenciyi halifeye eşit kılan bir eşitlik elde edilir.  Ul’ul Emr Allah’ın aletidir sadece, servet ve makam ayırmaz insanları. Dinimiz sayesinde herkes hak sahibidir.

Hiç yorum yok: